Bilim insanı Fahri Petek'in objektifinden 1945-1968 yılları arasında Paris'teki Türk sanatçı ve entelektüellerin ortaya çıkmamış fotoğraflarından oluşan “Fahri Petek'in Gözünden Paris Ekolü” adlı sergi, Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde açıldı. Sergi, 26 Şubat Pazar gününe kadar Mihri Müşfik Salonu'nda görülebilecek

CEMRE POLAT/ANKARA- Bilim insanı Fahri Petek'in objektifinden 1945-1968 yılları arasında Paris'teki Türk sanatçı ve entelektüellerin ortaya çıkmamış fotoğraflarından oluşan “Fahri Petek'in Gözünden Paris Ekolü” adlı sergi Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde açıldı. Ankara Fransız Kültür Merkezi (Institut Français Ankara) tarafından düzenlenen sergide Petek ailesinin özel arşivinden gelen fotoğraflar, sanatçının kızı Gaye Petek’in katkılarıyla ilk kez kamuoyunun beğenisine sunuldu. Paris Ekolü’nden çok sayıda sanatçıyı temsil eden Galeri Nev Ankara’nın ödünç verdiği eserler ile zenginleştirilen sergi, Ankara Resim ve Heykel Müzesi Mihri Müşfik Salonu'nda 26 Şubat Pazar gününe kadar ziyarete açık olacak. Fahri Petek’in fotoğrafa olan tutkusu ve entelektüel çevresi içinde yıllar içinde ortaya çıkan Nazım Hikmet, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Ahmet İkizek, Mübin Orhon, Tiraje Dikmen, Zekeriya Sertel gibi Türkiyeli sanatçı ve aydınların fotoğrafları, ilk kez kamuoyuyla paylaşıldı. Tümü siyah beyaz olan fotoğraflar, renkli bir yaşanmışlığı gözler önüne serdi. “Işık şehri” Paris’in sokaklarında ve evlerinde çekilen fotoğraflar, ışıklı panolarda gösterime çıktı. Bu yanıyla sergi, light box sisteminin Ankara’da kullanıldığı ilk sergi olma özelliğini de taşıyor. “Babamın fotoğrafları, yapım aşamasındaki bir hikâyenin tanıkları” diyen Gaye Petek’in aile albümlerini paylaşması ile Institut Français Ankara tarafından düzenlenen serginin açılışı, Petek'in söyleşisiyle yapıldı. Petek, babası tarafından çekilen fotoğrafların hikayelerini paylaştı. Ailesinin özel arşivinden siyah beyaz fotoğrafların yer aldığı sergide, babasının Paris'e gidişini, yaşadıklarını anlatan ve fotoğrafların hikayesini paylaşan Petek, hazırlanan çalışmanın kendisi için bir “geçmişe dönüş” sergisi olduğunu dile getirdi. [caption id="attachment_263545" align="alignright" width="372"] Gaye Petek[/caption] Petek: “Bu sergi benim için bir tanıklık ve hafıza sergisi” Serginin kendisi için çok anlamlı olduğunu aktaran Gaye Petek, katılımcılarla babasının Türkiye’den Fransa’ya gidiş hikayesini paylaştı. Petek, “Bu sergi benim için bir tanıklık ve hafıza sergisi. Tanıklık önemli bir şey. Her ülkenin bir sayfasının tanıklığının yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu sergi babamın gözüyle, ressamların hikayeleriyle Paris’te bir arada bulunan bir Türk grubunun hafızasını canlandırıyor. Hafıza olmazsa her şey ölür. Onları anlayabilmek için hatırlayarak yaşatmak en iyi yoldur. Babam Türkiye’deyken eczacıydı, komünist avının olduğu dönemde tek bir Fransızca kelime bilmeden Paris’e gidiyor. Fransa, felsefecilerin ve 1789 Devriminin memleketi, özgürlüğün, eşitliğin ve laikliğin memleketi olduğu için orayı seçiyor. Onun için özellikle seçilmiş bir yer” sözlerini aktardı. Fahri Petek’in Nazım Hikmeti hapishaneden kurtarmak için oluşturulan birliğin kurucularından olduğunu ve bu sayede Hikmet’in tanışmak için Paris’e geldiğini söyleyen Gaye Petek, “Fransa’ya 1945 ve 1950’lerin arasında gidenler çok değildi. Nazım Hikmet o sırada hapishanedeydi. Onu kurtarmak için İlerici Jön Türkler Birliği diye bir dernek kuruluyor. Babam da o derneğin kurucularından biri. Nazım Hikmet’i kurtarmak için büyük bir kampanya yürütüyorlar. Sonunda Nazım Hikmet hapisten çıkarak Moskova’ya gidiyor ve ardından 3 kere Paris’e geliyor. Geldiğinde de bize uğruyordu çünkü babamı tanımak ve teşekkür etmek istiyordu. O çok Fransa sever biri değildi” dedi. Paris’teki grubun orada hiçbir ülkenin milliyetçiliğini yapmadığını, aksine evrensel bir dil kullanarak tüm dünya insanlarıyla ilgilendiklerini aktaran Petek, “Yaşar Kemal, Abidin Dino’ya ‘baba’ derdi. Abidin Bey’in daveti üzerine Yaşar Kemal de Paris’e geldi. Bu fotoğraflarda onları görüyoruz. Bu insanlar hem Türk hem biraz Fransız ama özellikle evrensel insanlar. Bu insanlar Fransa’da küçük bir Türkiye kurarak yaşamak istemiyorlardı. Onların ortak dili bu evrensellikti. Dünyanın her yerinden gelen sanatçılarla ve fikirlerle ilgileniyorlardı. Büyük çoğunluğu şehirliydi ve okumuş insanlardı. Fikirlere önem verirlerdi. Bana çok büyük bir hediye verdiler. Hiçbir zaman kurban pozisyonunda olmamayı öğrettiler. Birçok göçmende böyle bir düşünce vardır. Ya göçtüğü ülkenin ya da vardığı ülkenin esiri hisseder kendini. Çocukken bunların hiçbirini yaşamadım. Onların sayesinde, çocukluğumu hep iyi hatırlarım” sözlerini aktardı. "Fahri'nin parmağı tetikte" Gaye Petek, babasının fotoğrafla olan ilişkisini ve fotoğrafçılık sürecini ise şu sözlerle anlatıyor: “Babamın fotoğrafçılığa gerçek bir tutkusu vardı. Biraz para biriktirdikten sonra, kendine Rue des Roslers'de kaçak bir fotoğraf makinesi almıştı. Bunun en iyi kamera olduğunu söylerdi. Fotoğraf çekmeyi her zaman sevmiştir ve bugün bile Bergama, İzmir veya İstanbul'da biriktirdiği aile ve dostlarının fotoğraflarının sayısına hayret ediyorum. Paris'te yeniden başlayacaktı. Bir sohbetin ya da yemeğin ortasında fotoğraf makinesini çıkarıp deklanşöre bastığını görmek alışılmadık bir durum değildi. Arkadaşları ‘İşte, Fahri'nin parmağı tetikte’ derlerdi ve doğal olarak poz vermeden çekim yapmasına izin verirlerdi, bu yüzden bazı portreleri bu kadar canlıdır. Sonra yürüyüşe ya da çatı katındaki odamızın sıkışıklığından kaçmak için dışarı çıktığımızda fotoğraf makinesini yanına almaya başlamıştı. Bazen de tek başına dışarı çıkardı, ağzında sigarası; Paris'in rıhtımlarını, sokaktaki insanları, bazen garip şekilleri; ona hayal kurdurduğundan ya da onu eğlendirdiğinde bulutları fotoğraflamayı severdi. Çok alımlı bir kadın olan annemin çok güzel portrelerini çekti ama fotoğraf makinesini tripoda yerleştirip bizi ailece ya da geçerken uğrayan arkadaşlarımızla çekmeyi de çok severdi. Zaman ayarlı deklanşöre basar, koşarak yanımıza gelirdi ve poz verirdik. Hepsi hayatın bu anlarına tanıklık eden fotoğraflarla dolu sayısız kutum var. Tüm bu fotoğraflar aynı zamanda bir dönemin, Paris'teki küçük bir Türk diasporasının arşivinin parçaları. Tüm bu insanlar, yetenekli sanatçılar ve şairler, o dönemde Fransa'da tanınmıyordu. Sayıları çok azdı, toplumun içinde erimişlerdi. Babam fotoğrafa olan ilgisinin sinemaya olan tutkusuyla bağlantılı olduğunu söylerdi. Sık sık Bergama'daki yerel sinemadan bahsederdi, burada dünya sinemasının birçok başyapıtını ve salonda bir piyanistin doğaçlamaları eşliğinde sessiz filmler izlemişti. Daha sonraki yıllarda küçük bir kamera da satın aldı, ancak fotoğrafçılık ona hayatının sonuna kadar eşlik etti. Ölümünden birkaç ay önce, Derneğim ELELE'nin kapanış törenine katılmak üzere 10. Bölge Belediye Binası'na gelen kalabalığın içindeydi. Fotoğrafçı dostumuz İbrahim Öğretmen, babamın benim sahnedeyken fotoğraflarımı çektiği bir fotoğrafını çekmiş. Her baktığımda beni duygulandıran bir fotoğraftır. Uzun yıllar boyunca fotoğraflarını kendisi banyo etti; Les Lilas'taki dairemizde agrandisörler, banyo tepsileri ve her şeyiyle küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurmuştu. Uzun saatler kendisini odaya kapatır, görüntünün kâğıt üzerinde yavaş yavaş belirdiğini görmekten sonsuz bir zevk alırdı. Bu ânı, biyokimya araştırması sırasında beklemenin verdiği umuda benzetirdi. Dahası, fotografik kanıtları depolamayı severdi. Tıpkı Lüksemburg Bahçelerindeki bir çekim sırasında Jean Gabin'in arkadan oturmuş hali, şahsiyetlerin portreleri gibi; tıpkı 1950'lerde Türk sanatçıların toplanma noktası olan Montparnasse'da çekilen, Paris kafelerinde buluşan grupların kareleri gibi. Geride iz bırakmak için mi? Hayatın içinden anları hatırlamak için mi? Onun için bunlar kişisel bir tarihin, bunun da ötesinde bir dönemin tanıklarıydı. Onlara bakmayı severdi ve benimle sık sık onlar hakkında konuşurdu. Kâğıda kazınmış bu imgeler, aynı zamanda ölüme ve yok olmaya meydan okur gibi, yazım sürecindeki tarihin parçalarıydı.”