Yazar İsmail Güzelsoy’un 17. kitabı Saf – Suya Anlat, yıllar önce temelleri atılmış bir düşünsel isyanın ve edebi yolculuğun ürünü. Güzelsoy, İthaki Yayınları'ndan çıkan yeni kitabıyla birlikte modern dünyanın bireyi şekillendirme biçimlerine, özellikle de kişisel gelişim adı altında dayatılan yeni insan modeline sert bir itiraz yöneltiyor. "Sentetik kimlik tasarımları", "anı yaşa" mottosuyla içi boşaltılmış mutluluk söylemleri ve kendini merkeze alan neoliberal bireycilik, romanın altını çizdiği temel meselelerden yalnızca birkaçı. Romanın merkezinde ise, hem mitolojik hem de felsefi bir figür olarak karşımıza çıkan Şaman Subala yer alıyor. Subala’nın içsel ve fiziksel yolculuğu, hem bireysel bir dönüşümü hem de toplumsal bir yüzleşmeyi temsil ediyor.

“Dilin farklı işlevleri de irdeleniyor”

Roman boyunca Sadî-i Şirazî’den tasavvuf geleneğine, kadim masallardan dilin doğasına kadar birçok katman iç içe geçiyor. Güzelsoy’un kaleminde doğa, yalnızca bir fon değil; yaşayan, nefes alan, yön gösteren bir karakter gibi beliriyor. Dil ise, sadece bir iletişim aracı değil, kimliğin, düşüncenin ve algının kurucu unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Bir önceki romanı Rölanti Çıkmazı ile kentsel dönüşüm, soylulaştırma ve toplumsal hafıza gibi somut konuları işleyen Güzelsoy, Saf – Suya Anlatta bu kez daha çok varoluşsal ve felsefi bir alana yöneliyor. Ancak ortak paydada yine insan var: Arayış içinde, dönüşmek isteyen, ama aynı zamanda unuttuklarını hatırlamaya çalışan bir insan.

Güzelsoy, yıllar önce yazmaya başladığı ancak zamanla yeniden şekillenen romanın serüvenini, yazı sürecindeki dönüşümünü ve masallar, mitler ile modern hayat arasındaki görünmez bağları 24 Saat’e anlattı.

Ismail Güzelsoy Saf

Saf – Suya Anlat, ilk yazmak istediğiniz roman olarak tanımladığınız bir eser. Bu romanın sizin için taşıdığı özel anlamı anlatabilir misiniz?

İçine kısılıp kaldığımız bir “insan doğası” tanımına reddiye olarak başlayan bir yolculuğun manzumesidir bir bakıma. Güçlü, başarılı olmak gibi hedeflerle köreltilmiş, kendi aynasına düşmüş bu sentetik kimlik tasarımı, yeni bir “insan doğası” olarak pazarlanıyor. Toplumsal kurtuluş ideallerinin tükendiği 90’larda başlayan bu neoliberal tasarım, sosyal ağlar aracılığıyla insanları biçimlendirmede akıllara ziyan bir ölçüye varmış durumda. Truva atı kişisel gelişim olan yeni bir din, yeni bir insanla karşı karşıyayız. Saf-Suya Anlat, bu tasarımın etik-dışı ve işlevsiz olduğunu fısıldar. Etik değil çünkü insanın kendinden başka bir hedefinin olmayışı, onu fırsatçı, kibirli, saldırgan ve bencil kılar. İşlevsiz, çünkü insanın kendini amaç haline getirmesi aslında tarihsel ve güncel kimliğini reddiyesinden başka bir anlamı yoktur. “Anı yaşa” olarak pompalanan bir dizi saçmalıkla karşı karşıyayız. An yaşanacak bir şey değil, yaşanacak olan eylemdir, edimdir, faaliyettir. İnsanın dönüşümünün bir ikna olma süreci değil, bir etkileşim yolculuğu olduğunu göstermek için yazıldı bu roman.

Romanın başında Sadî-i Şirazî’nin “Yolun sonu aşktır ve aşkın sonu yoktur” dizesi yer alıyor. Bunun yanında Şirazi’nin yaşadığı döneme dair sözlü ve yazılı kültüre dair unsurlar da romanın akışında hissediliyor. Bu dizenin romanın ana temasına nasıl bir katkı sağladığını düşünüyorsunuz?

“Aşkın sonu yoktur,” faslı çok önemli. Çünkü bize anlatılan aşk hikayelerinde bir mutlu ya da mutsuz son olagelmiştir. Oysa aşk, şefkatli bir temas olarak sürer gider. Her ânı anı olan bir yoldur. Bu fikir romandaki ana karakterimiz Subala’nın yolculuğunun bir evresinde, ilk tanıştığı kadın olan Lisa’yla yaşadığı duygusal bağın boyutlanışını da tanımlar aslında. Başlangıçta “hoşa gitmek” olarak başlayan o hikâye yavaş yavaş şefkatli bir suç ortaklığına dönüşür. Bu da Subala’nın kendini keşfetmesini sağlar. Böylece insanlara dayatılan “kendin ol” saçmalığından çıkar. Kendisi olmamakla özgül bir varlığa dönüşür. Gerçek aşk öteki de olabilmeyi göze almaktır, denmiş olur. Zaten romanın ileri bölümlerinde bu fikir etrafında döner durur Subala. “Aşk iki kişinin kendisini tek kişi sanmasıdır,” biçiminde…

Şaman Subala’nın “Biz burada değiliz, yola vuran gölgeleriz” sözünün romanın temel yapı taşı olduğunu düşünüyorum. Bu da tasavvufta dünyanın, Allah’ın varlıklarının bir yansıması gibi görülmesi ve insanlar da bu yansımalara bakarak gerçeği anlayabilmesi düşüncesini yansıtıyor şeklinde yorumladım... Ancak, ayna her zaman gerçeği doğru yansıtmayabilir, bu yüzden insanın gerçek hakikate ulaşabilmesi için derin bir manevi yolculuk yapması gereklidir. Roman boyunca Lisa ve Subala’nın yolculuğunda bu manevi yolculuktan neler görüyoruz?

İnsanın kendisini algılama biçimi sorunlu. Yani yaşadığımız çağın egemen ideolojisi, bizi 80 kiloluk et kütlesi olarak görüyor ve daha vahimi bizim de kendimizi böyle tanımamızı, tanımlamamızı bekliyor. “Biz burada değiliz,” mistik bir önerme değil. Bizim bedensel varlıklarımıza indirgenemeyecek kadar karmaşık bir doğamız olduğunu ima ediyor. İsterseniz bir simülasyonun öbür tarafından buraya baktığınızı düşünün isterseniz insanın derinliklerinde saf bir ruh tohumunun filizlendiğini… Değişmeyecek tek bir şey var: Biz içine hapsolduğumuz hayatı olgunlaştırmak ve estetik bir boyuta taşımakla yükümlüyüz. Yani bu gezegende, bu varlıktaki işimiz yalnızca karın doyurmak, Toki aidatlarını ödemek, barınmak vs. değil. Bunlar bizim asgari insani yüklerimiz. Asıl vasfımız bundan sonra başlar. İşte bizim gerçekliğimiz orada, yani temel meseleleri hallettikten sonra insan olarak bu gezegendeki maceramız başlayacak. Bu manevi bir yolculuk mu, emin değilim. Ben bunu “estetik bir varoluş” yolculuğu olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Asgari varoluşun karşısına koyduğum kavram bu. Biz buraya ihtiyaçlarımızı gidermeye gelmedik. Biz mutlu olmaya, mutlu etmeye, doyasıya yaşamaya, olgunlaşmaya, güzel müzikler dinlemeye, dans etmeye, şarkı söylemeye, sevmeye, sevilmeye, mutlu olmaya geldik. Bu gezegen saydıklarımın hepsini bize sundu. Bilinen evrenin en cömert gezegeninde yaşıyoruz ve yalnızca asgari varoluş koşullarına sıkıştırılmış durumdayız. Roman bunu söyler bir yandan da. Tabii hikâyenin görüldüğü katman değil bu.

"Temel soru: İnsanın bu gezegendeki işlevi nedir?"

Çalışılan bir kitaba uzun bir süre ara verip tekrar üzerine çalışmaya başlamanın esasında zor olduğunu düşünüyorum. Nitekim 17. kitabınız olduğunu düşünürsek üretken bir yazarsınız, farklı bir konuyu ele alan bir kitap da kaleme alabilirdiniz. Sizi Saf-Suya Anlat’ı yazmaya yönlendiren etkenler ne oldu?

Az önce söylediğim meseleler üzerine çok kafa patlattım. Kendimi bildim bileli üzerine düşündüğüm, okuduğum, makaleler yazdığım bir mesele bu. İnsanın bu gezegendeki işlevi nedir? Bu kadar zengin bir varoluş potansiyeline sahipken neden böylesine güdük bir yaşamla lanetlendik ve buradan nasıl çıkabiliriz? Bunlar üzerine çok düşündüm. On bin yıllık insanlık kültürleri sapır sapır dökülüyor. Binlerce felsefe metni, yüzlerce psikoloji teorisi cıvık birer kişisel gelişim zırvasına dönüştürülüp vülgarize edilerek insanlığa yeni bir keşif alanı gibi sunuluyor. Ve söyledikleri şu: Aynanın karşısına geç, kendine “seni seviyorum” de, kendini kucakla, kendine değer ver, kazan, daha güzel, daha yakışıklı ol, daha iyi arabalara bin, daha pahalı giysiler giy, kas yap, dudağını şişir, bir dövme daha yaptır vs vs. Bunlar kendiliğinden oluşan gündelik trendler falan değil. Sistematik olarak insanlara kişisel gelişim adı verilen bu zehir zerk ediliyor. İnsanın mutlu olmasının tek yolunun “kendi”sine gömülmesi olarak özetlenebilecek bir dogmalar dizisine karşı çıkmak için bir roman yazmayı hayal edegeldim. Bu roman benim bu kripto dine karşı itirazlarımı dile getirir. Ve tabii insanın dönüşümünün nasıl olması gerektiğini de… Yedi-yirmi-dört kişisel gelişim kitapları okusanız da bir adım atamazsınız. Çünkü insanın dönüşümü etkileşimle mümkündür. Birilerinin akla yatkın kelam etmesi değil. Bizim deneyimlediğimiz ve keşfettiğimiz gerçeklikler bize kılavuz olabilir ancak. Bunu bir dizi hikâye üzerinden anlatabilmeyi çok arzuladım ve önceden fazlaca masal buğusuyla soluklaşmış fikirleri yeniden işlemem gerekti. Bu roman çıktı ortaya.

Subala’nın dil öğrenme süreci ve bu sürecin kimlik inşasıyla olan ilişkisi dilin sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir kimlik belirleyicisi olduğunu düşündürüyor. Günlük hayatta kullanılan dil ve kelimeler bireyi nasıl şekillendiriyor?

Dil bir doğadır ve günümüz insanının başka da bir doğası yoktur. Orada tanımlanır, oradaki gramer ile düşünür, yaşar. Subala’nın kavramları öğrenme süreci onun bir doğadan başka bir doğaya yaptığı yolculuğu da tanımlar. İnsan kelimeleri, cümleleri izleyerek düşünmez ama bunlar son sınırı çizer. Lacan’ın “imago” diye adlandırdığı o “ruhu olan gölgeler”in vurduğu duvardır dil. İnsan dilde ifade edemeyeceği her düşünceyi bir korku nesnesine dönüştürür belli bir zaman sonra. Dil bir iletişim aracı değil, iletişimin üzerinde yürüyebileceği yollardan biridir ve zannettiğimiz kadar da güçlü değildir. Yani onu yer yer çürümüş bir asma köprü gibi düşünebiliriz. Üzerinde yürürken dikkatli olmamız gereken ama üzerinde yürümeden de karşı kıyıya ulaşamayacağımız bir köprü…

“Hikâye etmenin o duyumsuz 'şehvetine' tanık oldum ve etkilendim”

Kitabı ilk yazmaya başladığınız İsmail Güzelsoy ile kitabın tamamlandığı Güzelsoy arasında hangi farkları gözlemlediniz yazarken?

Şanlıurfa Bozova’da Tarihi Anıt Mezar Kayıt Altına Alındı
Şanlıurfa Bozova’da Tarihi Anıt Mezar Kayıt Altına Alındı
İçeriği Görüntüle

Zor bir soru. Bunu anlayabilmem, anladığımı da dille ifade edebilmem için çok erken bence. Uzun yıllar gerekiyor böyle şeyler için. Ortada iki roman var şimdi. On iki yıl sonra dönüp ikisine de bakacağım ve ne göreceğimi bilmiyorum. Bunun önemi de yok galiba. Önemli olan bir fikri geliştirip onu dostlarla paylaşabilmek. Bir sofra kurar, arkadaşlarınızın gelmesini beklersiniz. Böylesi bir heyecan hissederken kendinizi, kurduğunuz sofrayı, çatal bıçağın duruşunu fazla yargılayamazsınız. Belki şölen sona erdikten sonra…

Genel kabule göre geleneksel temalar, masallar kişinin okuma yolculuğunun başında, henüz çocukluk yıllarında okunup rafa kaldırılıyor. Siz ise bu anlatıları güncele taşıyorsunuz. Edebiyatımız içinde geleneksel temalarla yapılan deneyler yeterli ölçüde mi sizce?

Geleneksel anlatılar binlerce kez rafine olmuştur. Her anlatış macerasında yeniden biçimlenmiş ve bugün klasikler de dahil olmak üzere edebiyatın ruhunu biçimlendirmiş köklerdir. Her cinsten romanda, öyküde bu tarihsel anlatı kültürünün DNA’sını görmek mümkün. Böyle baktığınız zaman Gılgameş Destanı’yla, diyelim ki Ölü Canlar arasında fark yoktur. Çünkü edebiyatın bir tarihi yoktur. Kurgu tipleri değişir, dönüşür, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden işlenebilir, karakter şeması yaşanan çağın insanıyla yeniden biçimlendirilebilir falan ama hikâyenin tarihi yoktur. Tıpkı müzik gibi… 18. Yüzyılda bestelenmiş bir eseri şu anda popüler bir şarkı olarak dinliyoruz, değil mi? Grimm Kardeşler, Cervantes, Homeros okunup sonra unutulacak şeyler mi, mesela? Ben kadim anlatıları güncele taşımıyorum, yalnızca hikâye anlatma tutkusunu çok zengin bir sofra olarak görüyorum. Bir ucu burada, öbür ucu av hikâyesini anlatan homo sapiens dedelerimizin mağarasının önünde, öyle bir sofra işte. Roman formu Türkiye’ye geldiği zaman, o sanatla uğraşanların geleneksel anlatı sanatlarına burun kıvırdığını biliyoruz. Berna Moran örnekleyerek anlatır bu süreci. Roman formuyla birlikte romanın “meramı”nı da alırız Fransa’dan. Gogol gibi, Altın Çağ’ı başlatan büyük ustanın yaslandığı en kıymetli miras, Rus halk masallarıydı. Yani bugün Rus edebiyatı dediğiniz anlatı kültürünün kökünde Rus masalları var. Bizi bu konuda çok mahcup kalmış gibiyiz. Sözel anlatı geleneklerini daha özenle incelemek gerektiğine inanıyorum ve bunu çok yaptım. Köylerde, mezralarda insanların hikâyelerini anlatışına tanık oldum. Hikâye etmenin o duyumsuz “şehvetine” tanık oldum ve etkilendim.

"Masallar, mitler de gerçekliğin bir ifade biçimi"

Önceki romanınız ‘Rölanti Çıkmazı’nda üstkurmaca ile gerçeklik ve gerçek dışılığın bir arada verildiğini okumuştuk. Bir yandan kentsel dönüşüm, soylulaştırma projeleri gibi sosyo-ekonomik konulara da atıf vardı. Kitabın yayınlanmasının üzerinden ise bir yıl gibi kısa bir süre geçti. Yazarlık anlamında ‘Saf-Suya Anlat’a geçişte zorluk yaşadınız mı?

Hazır olmadığım bir romana başlamıyorum. Ön hazırlık sürecim var. Dostlarıma, öğrencilerime sıklıkla önerdiğim bir şey var. Mutlaka başka bir sanattan da beslenin. En az bir… Resimle, müzikle de uğraşıyorum. Bu bana küçük bir tatil kaçamağı alanı açıyor bir bakıma. Yani gömülüp müzik teorileri, müzik tarihi ya da bir semainin icrası üzerine günlerce, haftalarca uğraştığım oluyor. Bir arınma töreni galiba. İçgüdüsel olarak yaptığım bir şey bu. Evvelden yazacağım romanın akış şemasını önüme koyup resimler çizerdim ama şimdilerde bu müzik işi daha çok sarıyor çünkü romandaki bazı şeylerin sesi de oluyor çaldığım ezgiler.

Romanda doğa tasvirleri de büyük önem taşıyor. Hatta bir karakter gibi belirgin… Doğanın romanınızdaki işlevi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bir Şaman gencin hikâyesini anlatırken doğayı, tam da dediğiniz gibi bir karakter olarak göz ardı edemezdim. Çünkü Şaman öğretisi, dünyanın canlı olduğuna inanır. Ben de öyle olduğuna inanmamak için hiçbir neden göremiyorum. Can ne ki? Üzerindeki her şeyin güçlü bir sinbiyotik ağla birbirine bağlandığı dev bir canlının birer hücresiyiz. Bu nedenle, insanı anlatırken o bağları göstermek, içinde bulunduğu doğayla bütünlüğünü ve kopukluğunu vurgulamak kaçınılmazdı. En azından bu roman için…

Masallar, mitler ve gerçeklik arasındaki sınırları nasıl tanımlıyorsunuz? Bu üç sac ayağını kitabı kaleme alırken nasıl dengelediniz?

Öyle bir sınır yok. Masallar, mitler de gerçekliğin bir ifade biçimidir. Her biri gerçekliğin bir yönünü tanımlar ama hepsi eksiktir. Bu parçalar insan zihninin karmaşık yapısı içinde bütünleşip anlamlı resimlere dönüşebilir ancak. Ben batıl itikatları, vesveseleri de bu torbaya koyarım. İnsanın macerasını belirleyen gerçek hiçbir zaman bilimin nesnesi olan gerçeklikle sınırlandırılamaz. Edebiyat bilimden ziyade felsefenin yoldaşı olur. Eğer işin içinde bilimsel gerçeklik olacaksa da bu psikolojik bir derinliğin keşfi olabilir ancak. Yani insan zihnini yalnızca bilimsel bir veri tabanı olarak değil, karmaşık bir süreçte bir kolaj olarak görmek gerek. Yoksa tek boyutlu, aritmetiksel bir gerçekliğe indirgeriz kendimizi. Bu da yapay zeka sınırını aşabilmesi mümkünsüz bir yapı çıkarır karşımıza.

‘Saf – Suya Anlat’tan sonra yeni bir projeye başladınız mı? Gelecek kitaplarınızda bizi ne gibi sürprizler bekliyor?

Üç proje üzerine çalışıyorum şu aralar. Bunlardan hangisinin beni baştan çıkaracağından emin değilim henüz. Bir süre hepsiyle flört edeceğim. Yaz sonuna doğru netleşir ancak.

Muhabir: Ahmet Çağatay Bayraktar