Yüzsüz ve mütecaviz

Abone Ol
Utku ŞENSOY Her ne kadar 2003 yılından bu yana farklı gerekçelerle 5 kez iptal edilmiş olsa da 30 Ağustos Zafer Bayramımız bu ülkenin en önemli bayramlarının başında gelir. Tarihi gerçekler, yaşanmışlıklar, çeşitli bahanelerle iptal edilse de bu milletin kalbinden sökülüp atılamaz. Mihenk taşımız, ulusumuzun, birliğimizin, devletimizin sembolü, kilometre taşı olan o tarih görmezden gelinemez. 30 Ağustos, 1922 yılı Ağustos ayının 26’sını 27’sine bağlayan gece Afyon’da başlayıp, düşman birliklerinin Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat idare ettiği Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde imha edilmesi ile Türk ordusunun galibiyetiyle sonuçlandığı gerçek anlamda destansı bir zaferdir. Aslında bu bir sonuç değil başlangıçtır. Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla da anılan Büyük Taarruzun başarıyla sonuçlanmasının ardından Yunan orduları İzmir’e kadar takip edilmiş, 9 Eylül 1922’de İzmir’in de kurtarılmasıyla yurdumuz Yunan işgalinden kurtulmuştur. Bu, işgal birliklerinin vatan sınırlarımızı tamamen terk etmesi konusundaki ilk önemli adımdır. 30 Ağustos ülke topraklarımızın geri alındığı günü temsil eder, varlık nedenimiz olan böylesine önemli bir hadise görmezden gelinemez. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve bu müthiş zafer unutulmaz unutturulamaz! Nokta. *** [caption id="attachment_190896" align="alignright" width="410"] 12 Adalar[/caption] Bu tarih sadece bizim için değil günümüzde hala hasmane tutumlarını sürdüren ülkelerin sindiremedikleri, unutamadıkları bir dönemdir. Son zamanlarda 12 mil, 12 ada ya da Doğu Akdeniz gibi konularda akıllara ziyan iddialarla Türk’ü Anadolu’ya hapsedip, elini kolunu bağlamaya yönelik hamleler gerçekleştirmeye çalışan “dış mihrakların” oyunlarına alıştık artık. 1922’deki yenilgiyi unutamayıp hazmedemeyen bu güruh, dün olduğu gibi bugün de Yunanistan’ı taşeron olarak kullanıp Sevr emellerini temcit pilavı gibi önümüze koymaktan bıkıp usanmıyorlar. Asıl düşünülmesi gereken, dış kökenli bu tür mesnetsiz iddiaların içerideki bazı çevrelerde doğrudan olmasa da bilinçsizce destek görmesi; “12 adaları şöyle kaybettik böyle yitirdik” tartışmalarıdır. Oysaki tarihi gerçek, 12 adaları 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan’dan tam 11 yıl önce, Osmanlı’nın 18 Ekim 1912’de yine Lozan’ın Uşi semtinde “sözde geri alabilmek kaydıyla” Uşi Antlaşması’nda “masa başında kendi ellerimizle verdiğimiz” gerçeğini kabullenmemiz gerekir. Dolayısıyla ecdadımızın 1522’de Rodos’un alınmasıyla başlayan 12 Adalar zaferi böylece 1923’deki Lozan Barışından çok önce Osmanlı döneminde 1912’de masa başında adaların elimizden çıkmasıyla noktalanmıştır. O Antlaşmada başlayan ve Şubat 1914’deki Büyükelçiler Konferansı ve 10 Ağustos 1920’deki Sevr Antlaşmalarıyla elimizden tamamen çıkan bu adalar da sanıldığı gibi 12 değil, 20 adadan oluşmaktadır. On İki Ada adını, Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim bölgelerde uyguladığı yönetim şeklinden almıştır. 12’li denen bu sisteme göre her on hane birer temsilci çıkarır, bu temsilciler de aralarından bölgeyi yönetecek «12 kişilik bir ihtiyar heyeti» seçerdi. Türkçe «On İki Ada” ismi ilk önce Yunancaya daha sonra diğer batı dillerine girmiştir. Lozan ile söylenebilecek çok şey var ama en önemlisi, Türk’ün esareti kabul etmediğinin, bağımsızlığımızın ve Cumhuriyetimizin, milletler camiası tarafından tescil edildiği senet olduğudur. İllaki de oradaki kurtlar sofrasında kaybedilen bir şeyden söz edilecekse belki bir tek Meis adası denilebilir. Ayrıca 1923 şartlarını da unutmayalım. O zaman bugünkü gibi dünyanın ilk 20 ekonomisinden biri değildik. Bugün bile tezlerimizi dünyaya kabul ettirmekte zorlanırken o günün koşullarındaki genç Türkiye’yi eleştirmek büyük haksızlıktır. Dolayısıyla “iç siyasette pirim yapmak” pahasına, mesnetsiz iddialarla kapımızda yıllardır bekleyen aç kurtların ekmeğine tere yağ sürüp, toplumu ayrıştırıp kavram karmaşasına yol açmakta ısrar etmenin bir anlamı yoktur. Lozan’da ne 12 adaları ne Musul’u ne de Halep’i verdik. Zaten biz oralarda değildik ki. Hepsini çoktan kaybetmiştik. Prof. Dr. Ortaylı’nın sözleriyle, “12 adaları Lozan’da verdik demek cehalettir.” Türkiye devleti kurulurken tüm dünyayı karşımıza aldığımız gerçeğini, bu nedenle tüm dayatmalar arasında bazı ödünler verdiğimiz gerçeğini de kabul etmemiz lazım. Mudanya Mütarekesi ve Lozan’da verilen müthiş mücadeleyi unutmayalım. Lozan’da Mehmetçiğin süngüsüyle aldığı adalar vardı da onlar mı masa başında kaybedilip geri verildi? Sözde uygar batı tarafından tarih boyunca olduğu gibi o dönemde de sürekli korunan Yunanistan, sahada kaybettiği halde masa başında kazançlı çıktı. İtalya yan çizip 1912’de Uşi’de söz vermesine rağmen adaların haklarını Atina’ya devretti. Dolayısıyla Lozan’daki başarımızı gölgelendirmeye yönelik çabalar, söylemler nafiledir! Nokta. *** Önceki yazılarımızda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklı davamıza ilişkin tutumunu kararlılıkla sürdürülmesi gerektiğini ayrıntılarıyla ifade etmiştik. “Geç kalınmış olmakla birlikte” Türkiye ve Libya arasında imzalanan “Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması”, uluslararası hukuktan doğan Asya ve Afrika kıtaları bağlamında iki ülkenin kıta sahanlığının denizler üzerindeki sınırlarını belirlemiştir. Oysaki Yunanistan’ın hiçbir mantığa dayanmadan “12 ada bölgesinde” Rodos ve Karpathos adalarından başlayıp Girit’e kadar uzanan adalar arasında kalan yayı kendi kıta sahanlığı olarak göstermeye çalışıp, hukuksuz biçimde buradan başlayarak Mısır, İsrail ve Lübnan ile münhasır ekonomik bölge anlaşmaları yoluna gitti. (Bu arada biz İsrail ve Mısır ile “papaz olduğumuz için” olup biteni seyretmek zorunda kaldık) Oysaki dünya genelinde bugüne kadar yapılan benzer anlaşmalarda 2 ana kıta arasındaki kıta sahanlığı belirlenmesinde aradaki adalar kale alınmamaktadır. Bu konudaki haklılığımızı başta Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası camiaya anlatmaya devam etmemiz, Yunanistan’la da ilişkilerimizi “anladığı biçimde” güvercinliği bırakıp şahin olarak yani “masaya yumruğu vurarak” sürdürmemiz gerekir. Çok özel bir statüsü olan Ege Denizi’nde karasularının 6 mil olduğu yerde hava kara sahasının 10 mil olduğunu iddia eden mantıksızlığa karşı ne yapılabilir ki? Kara sularının izdüşümünün hava sahası olarak uluslararası anlaşmalarla belirlendiği ve bir teamül olarak kabul edildiği bir dünyada, “benim hava saham kıta sahamın 4 mil ötesindedir” diyebilen zihniyet ile neyi konuşacaksınız? Mantıksızlığını mantık olarak sunan ve kendisine destekçi de bulmayı başaran anlayışla neyi müzakere edeceksiniz? Ege’de “kıta sahanlığımı 12 mile çıkaracağım” iddiasıyla, bırakın gemilerimizi, balıkçılarımızı neredeyse yüzerken bile biraz açıldığımızda Yunan karasularına girmiş olacağımız absürt durumu bize kabul ettirmeye çalışanlarla masada neyi tartışacağız? Doğu Akdeniz’de İsrail ve Lübnan ile yaptığı anlaşmalarda bu ülkeleri “ketenpereye” getirip hakkının ötesinde deniz sahası elde eden Atina ile nasıl bir diplomasi sürdüreceksiniz? Doğu Akdeniz’de hakkının ötesinde binlerce kilometrekare deniz sahası elde ederek yeraltı zenginliklerini pompalayan ve haksız kazanç elde eden yunanla mı masaya oturacaksınız? Sadece bu kadar mı? 1914 yılından başlayarak, 1923 Lozan, ve 1947’deki Paris Barışıyla karara bağlanan “gayri askeri statüde” kalması gerekirken, son dönemde burnumuzun dibindeki bu adaların 16›sına ses çıkartmadığımız için “gözümüzün içine baka baka hala asker göndermeye devam edip silahlandıran” zihniyete karşı ne yapacaksınız? Hukuksuzluğu hak olarak sunmayı adet edinen komşunuz hem yüzsüz hem de mütecaviz ise ne yapacaksınız? Biz söyleyelim; bu zihniyete karşı yapacağınız tek şey, onu muhatap kabul etmeden, içeride tek yürek olup, haklılığınızı uluslararası kamuoyuna anlatırken, son dönemde yaptığımız gibi savaş uçaklarımız ve donanmamızla bir adım geri atmadan onun anladığı tondan kara sularımızdaki arama faaliyetlerine ve gövde gösterisine devam etmemiz gerekir! Nokta. Ayrıca, Lübnan özellikle de İsrail ile hatta Mısır’la gereksiz gerilim ve kavgayı bırakıp hızla temasa geçip Atina ile yaptıkları anlaşmadaki kayıplarını anlatıp, bizimle Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması yapmaları için girişimlerde bulunmamız ve bir şekilde onlarla masaya oturmamız lazım. Devletlerin ebedi dostlukları ya da ebedi düşmanlıkları olmaz sadece çıkarları olur. Çıkarlar çatıştığında itilaf, ortak çıkarlar söz konusu olduğunda da o konuda bir süre müttefik olunur. Ancak bu konularda anlaşma yapamayacağımız, muhatap alınmaması gereken tek ülke, tarihinden kaynaklanan hazımsızlığı olan, bitmek tükenmek bilmeyen hırslarını sürdürmekte ısrarcı olan, batının taşeronluğunu üstlenen Yunanistan’dır. Atina’nın haksızlığı tüm dünyaya anlatılmalı, haklılığımız tescil edilmelidir. Her fırsatta dile getirildiği gibi madem güçlü bir ülkeyiz bunu kanıtlamalıyız! Nokta.