Mültecilerin Siyasal ve Sosyal Hayata Katılımı: Bizde Varız!

İzmir Mülteci Çalışmaları Ağı Genel Koordinatör Yardımcısı Özlem Akın, 2011 yılında Suriye’de siyasal ve sosyal dinamiklere bağlı olarak başlayan olaylar sonucunda Türkiye’nin bugüne kadar görmüş olduğu en büyük göç dalgası ile karşı karşıya kaldığını belirterek, yeni durumun ekonomik ve toplumsal yapı başta olmak üzere Türkiye’yi birçok açıdan etkilediğini söyledi

Süleyman GÖK / İZMİR - İzmir Mülteci Çalışmaları Ağı Genel Koordinatör Yardımcısı Özlem Akın, mültecilerin sorunlarının çözümüne dönük uzun yıllardır faaliyet yürütüyor. Akın, çözüm önerilerini sıralarken, “Devletin mülteci sorununu dış ülkelere karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak yerine toplumsal barışın sağlanması için önemli bir sorun olarak algılaması gerekmektedir” diyor. İzmir Mülteci Çalışmaları Ağı Genel Koordinatör Yardımcısı Özlem Akın, mültecilerin yaşadıkları sorunlar ve çözüm önerilerine dönük 24 Saat’in sorularını yanıtladı. Türkiye’de Suriyeli mülteci sorununun görünür olması ile birçok çalışma yapılmaya başlandı. Sizce bu çalışmaların geldiğimiz noktada mülteci sorununa katkı sağladığı düşünülebilir mi? Bugün resmi sayılarla ifade etmek gerekirse 3 milyon 606 bin 737 Suriyeli mülteci geçici koruma statüsü altında Türkiye’de yaşamaktadır. Muhakkak her bir çalışmanın karşılığını kısa vadede görebilmemiz mümkün olmuyor. Ancak, kamuoyunda mülteci bireylere yönelik nefret söylemi, ayrımcılık ve şiddete varan uygulamaların gün geçtikçe arttığı gerçeğini de düşünürsek alanda çalışan tüm paydaşlara büyük işler düşmektedir. Mülteci bireylerin özellikle kamp dışında yaşamaya başlamalarıyla birlikte yerel halk ile daha sık temas halinde olmaları, günlük hayatta birçok iş kolunda yerel topluluklar ile birlikte çalışmaları toplumsal uyum ve sosyal dahil etme kavramlarını daha sık kullanmamıza neden olmaktadır. Toplumsal barış ve uzlaşma için sadece mültecilerin değil yerel toplumun da uyum süreçlerinin kolaylaştırılması gerekmektedir. Bu yüzden tek taraflı “entegrasyon” yerine iki tarafı da içeren” dahil etme” kavramını gündemimize almalı, mülteci sorunun sürdürülebilir bir sosyal politika çerçevesinde çözmek için alanda çalışan tüm paydaşlar ile gerekli adımlar atılmalıdır. Mülteci bireylerin toplum yaşamının (okulda, sağlık ocağında, markette vb.) tüm alanlarında görünür olmasıyla tüm politika alanlarında bütüncül politikaların gerçekleştirilmesinin zorunlu olduğu gündemimize getirmektedir. Öğrenimlerini sürdüren mülteci çocuklar için eşit erişimleri içeren eğitim politikası, sağlık hizmetlerine erişim için kapsayıcı sağlık politikası, adalet politikası, kaçak işçiliğin önlenmesine ilişkin istihdam politikası gibi farklı alanlarda ve düzeylerde birçok çalışmanın yapılması gerekmektedir. Bu kapsamda sorunuza da dönersek, Türkiye’de mülteci tematik alanında birçok çalışma yapılmaktadır. Ancak bu çalışmaların artık hizmet ve yardım temelli olmak yerine hak temelli boyutunun güçlendirilmesinin zamanının geldiğini düşünmekteyim. Günümüzde mültecilerin temel sorun alanları nelerdir? Mülteci bireyler ne talep etmektedir? Yerelde mülteci bireylerin de ifade ettikleri üzere birçok sorun alanı bulunmaktadır. Bu sorunların başında öncelikle mültecilerin kendilerini hukuken nasıl tanımladıkları gelmektedir. Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye, Suriye’den gelen bireylere “mülteci” statüsü tanımamakta, misafir, geçici koruma altındaki birey gibi farklı tanımlamalar ile soruna çözüm aramaktadır. Bu tanımlama sorunu mültecilerin gitme- kalma ikilemini önemli derecede etkilemektedir. İkinci olarak farklı dezavantajlı topluluklar gibi mültecilerin de istihdam, barınma, sağlık, eğitim, adalet gibi birçok alanda sorunları bulunmaktadır. Ancak mültecilerin farklı kültüre sahip olmaları, dil yetersizliği, yerel toplumun kendilerine karşı olumsuz bakış açıları gibi farklı nedenlerden dolayı temel hizmetlere erişimleri ne yazık ki zayıf kalmaktadır. Bu da mültecilerin dışlanmalarına, gettolaşmalarına ve gayri-meşru alanlara yönelmelerine yol açmaktadır. Bu kapsamda mültecilerin yerel ve ulusal düzeyde temsiliyetlerinin güçlendirilmesi, sosyal hayata katılımlarının kolaylaştırılması için birçok açıdan hak temelli uygulamalar geliştirilmelidir. Mülteci bireyler artık yaşamın için de biz de varız diyerek kendilerine günlük yardımlar yapılmasından ziyade daha hak temelli çalışmaların yapılmasını talep etmektedir. Benim kişisel fikrim mülteci sorunun çözümünde anahtar kelime olarak “hak temelli” yaklaşım önceliklendirilmeli, yerel yönetimler, üniversiteler, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve devlet ortaklığında sürdürülebilir hak temelli sosyal politika oluşturulmalıdır. Mülteciler günlük yardım yerine iş piyasasına, eğitim, sağlık, adalet hizmetlerine eşit birey olarak erişmek istemektedir. Bu taleplerini de yerellerde kurdukları sivil toplum kuruluşları aracılığı ile görünür kılmak istemektedirler. İfade ettiğiniz üzere kapsamlı bir mülteci politikası için birçok aktöre önemli görev düşmektedir. Peki, bu aktörler kimler ve nasıl görevleri bulunmaktadır? Öncelikle bir konuyu netleştirmek isterim. Mülteci ve göç alanında çalışan sivil aktörler olarak bizler, mültecilerin insan hakları evrensel sözleşmesi başta olmak üzere ulusal ve uluslararası sözleşmelerden doğan bütün hakların eşit ve adil bir şekilde yararlanmasını ve belirlenen hakların nerede ve kim olursa olsun erişilebilir olmasını savunmaktayız. Bu kapsamda yerel ve ulusal düzeyde mülteci bireylerin temel haklara erişimlerini kolaylaştırmak, mültecileri güçlendirmek ve yerel toplumla sosyal dahil edilme sürecini karşılıklı bir şekilde gerçekleştirmek için bütün aktörlere önemli görevler düşmektedir. Yukarıda da ifade ettiğim üzere, Türkiye’nin bugün sürdürülebilir, kapsayıcı ve eşitlikçi bir sosyal politika üretmesine için ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç yalnız mülteci bireyler değil toplumun bütün bireyleri ve dezavantajlı grupları için geçerlidir. Bu kapsamda alanda sadece devlete değil, diğer paydaşlar da yer almalıdır. Sivil toplum örgütleri, özel sektör kuruluşları, medya, akademik camia, kanaat önderleri gibi farklı düzeylerde aktörlerin katılımı ile bu süreç işletilmelidir. Sivil toplum örgütleri, mülteci bireylerin hak temelli çalışmalar ile güçlendirilmesine katkıda bulunmalı, mültecilerin hizmetlere erişimlerini kolaylaştırmak için kamu arasında katalizör görevi üstlenmeli, sosyal politika sürecinin aktif katılımcısı ve talep edeni olmalıdır. Devlet, tüm gücü kendinde toplamak yerine politika üretme sürecine farklı paydaşları dâhil etmeli, yönetişim yaklaşımını tüm düzeylerde hâkim kılmalıdır. Devletin mülteci sorununu dış ülkelere karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak yerine toplumsal barışın sağlanması için önemli bir sorun olarak algılaması gerekmektedir. Medya, toplumsal barışın gelişmesi, farklı kültürler arasında uyumun güçlendirilmesi ve mülteci bireyler ile yerel topluluk arasında şiddete varan uygulamaların azaltılması için haber diline dikkat etmeli, toplumsal ayrışmayı derinleştirecek görsel ve yazınsal uygulamalardan kaçınmalıdır. Özel sektör, sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına kaynak ayırmalı, sosyal girişimcilik, kurumsal sosyal sorumluluk çalışmaları ile mülteci bireyleri ve sivil toplumu desteklemelidir. Eğer bütüncül bir politika alanı yaratılırsa Türkiye’nin mülteci sorununu çözebileceğini ve bu sorunu lehine çevirecek uygulamalara yönelebileceğini düşünmekteyim. Her kriz fırsata dönüşebilir, yeter ki akıllı ve sürdürülebilir bir politika süreci işletilebilsin.