Feministlerin “radikal” olmadığını, “Eşit hak ve olanaklar” için mücadele verdiğini vurgulayan Yazar Gürcü, “Aramızda Kalmasın” adlı kitabında, kadınların aralarında konuştuğu ancak toplumunca mahrem bulunan konuları da açıp “Bence biz kadınlar ne kadar çok konuşup anlatmaya devam edersek, erkekler için de o kadar doğal, olağan konular hâline gelecek hepsi” dedi

[caption id="attachment_177799" align="alignright" width="271"] Dilâra Gürcü (Fotograf: Pauline Makoveitchoux)[/caption] Dilek Atlı - Son yıllarda evrensel kadın hareketi; şiddete maruz kalmanın, ikinci cins olarak görülmenin ve kadın haklarıyla ilgili tüm konuların ötesine geçerek kendi mücadele pratiğinin yanında toplumda ötekileştirilen tüm hak sahiplerini kucaklayan ortak bir bilincin ve kolektif hareketin, fitilini yaktı. Bu kucaklayıcı mücadelenin kahramanlarının özel yaşamlarında teke tek, toplumsal yaşamda ise kol kola mücadelesi, dünyanın pek çok yerinde yükselen seslerle yankı bulmaya devam ediyor. Söz konusu mücadelenin kahramanlarından biri olan feminist yazar Dilâra Gürcü, kadın hareketine aktif olduğu kadar yazarak da destek veriyor. Gürcü’nün “Kadınlığın Mahremiyet Atlası” alt başlığı ile bir araya getirilen yazıları “Aramızda Kalmasın” adıyla Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Feminizmin ne olduğunun açıklandığı kitapta, kadınların aralarında konuştuğu ancak toplumunca mahrem bulunan konular da tartışılmaya açıldı. 24 Saat Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan, kolektif bir çağrıya dikkat çeken Gürcü, “Aramızda kalmasın, gelin konuşalım. Konuşalım ki anlaşalım” diyor. -Tarihin ilk insan izlerine bakacak olursak, bize mesajlarının tek cümleyle özeti, “Ben varım” olurdu. “Ben buradaydım, ben vardım”. Ne gariptir ki 21. yüzyılda “Biz buradayız, biz varız” cümlesi de kadınların benlikleri ve bedenleri ile ilgili dünyaya mesajının özeti olsa gerek. Ne dersiniz? -Çok haklısın. Hâlâ var olduğumuzu, haklarımız olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Yeni bir mücadele de değil bu. Tarih konusunda uzman değilim ama örneğin İtalya doğumlu; ancak Fransa’da yaşamış olan 15. yüzyıl yazarı Christine de Pizan’ın “Le Livre de la Cité de Dammes” (Kadınlar Kentinin Kitabı) ve “Le Trésor de la Cité des Dames” (Kadınlar Kentinin Hazinesi) kitapları basılmış. Bunlara ilk feminist edebiyat eserleri diyebiliriz. Belki daha öncesinde de eserler vardı tarihin düzgün anlatmadığı; zira tarihi de erkekler belgelemişler sonuçta. Anonim olup kadın olan yazarlar da olabilir. Christine de Pizan’ın kitaplarını okuduğumuzda görüyoruz ki, 6 yüzyıl önce de çok benzer talepleri varmış kadınların. Burada olduğumuzu, insan olduğumuzu, eşit insan haklarına sahip olmamız gerektiğini anlatmış. 6 yüzyıldır aynı mücadele, düşününce insanın sinirleri bozuluyor açıkçası. -Dilâra Gürcü’nün çabasını anlamak için onu tanımak lazım. Sizi, T24’teki köşe yazılarınız ve Doğan Kitap’tan çıkan ilk kitabın “Aramızda Kalmasın/Kadınlığın Mahremiyet Atlası” ile tanıyoruz. Siz, kendinizi ve mücadelenizi nasıl tanıyor ve anlatıyorsunuz? -Açıkçası kendimi tanıtmakta zorlanıyorum. Benimle yeni tanışan insanlar hep “Sen şunu da yapıyorsun ama bunu da yapıyorsun. Buralısın ama şuralı gibi konuşuyorsun” gibi yorumlarla kafa karışıklıklarını dile getiriyorlar. İzmir’de doğdum, 16 yaşında New York’a gittim tek başıma, sonra İstanbul’a döndüm okumak için. Üniversite sonrası bir süre psikolog olarak çalıştım orada. Şimdi de 6 yıldır Paris’teyim. İnternet teknolojileri üzerine çalışıyorum. Başka bir ülkeye “beyaz yakalı” olarak çalışmaya gidenler kendilerine “expat” diyorlar. Ben “göçmen” olarak görüyorum kendimi. Evden sabah 7:30’da çıkıyor akşam 19:30’a eve dönüyorum. Bu saatler arası “beyaz yakalı” bir iş kadınıyım. Geceleri ve hafta sonları da, seyahatlerim ve sosyal yaşamımdan arta kalan zamanda, yazıyorum. Eskiden feminist aktivizmin içindeydim ama çok yorucu olduğu için artık sadece yazıyorum. Senede bir bağış kampanyası yürüterek belli ihtiyaçları olan kadınlara ya da derneklere destek olmaya çalışıyorum. Gündüzleri göçmen, beyaz yakalı bir iş kadını, zaman zaman göçebe bir gezgin, geceleri de feminist kahraman olmaya çalışan biri diyebiliriz sanırım özetle. -Feminist kadınlar, bağıran, tırnaklarını gösteren, erkeklere saldıran, hatta her konuda “saldırgan olabilen, alıngan, edepsiz, hayalperest” kişiler olarak algılanıyor. Üstelik bu, bazı aydın insanlar ya da bazı kadınlar için de böyle algılanıyor. Feminist olmak bu kadar yırtıcı bir şey mi? -Kitabım son bölümünde bundan bahsediyorum aslında. Evet, feminist olmak bu söylediğin tanımlara sahip olmak, kısaca el âlem örgütüne göre radikal olmak diyebiliriz. Bana göre radikal değiliz. Eşit hak ve olanaklar için mücadele veriyoruz. Bunu dünyanın hangi yerinde, tarihin hangi döneminde isterseniz isteyin radikal olarak algılanırsınız. -“Aramızda Kalmasın”ı eline alan bir kadın, kendinden ve diğer kadınlardan, gündeliğinden, alışılagelmişliklerden, öğretilmişliklerden çok tanıdık “muhabbetler” buluyor. Peki, tespit edebildiğin kadar, erkekler bu “muhabbetler”i sıkıcı mı, cüretkâr mı, yerinde mi buluyor? -Açıkçası kitap hakkında çok fazla erkekten geribildirim almadım. Aldıklarım da olumlu diyebiliriz. Bu konuları konuşmaya utanıyorlar daha çok. Haddime değil, ben anlamam, ben şimdi bilmeden yanlış bir şey söylemeyeyim mahcupluğu oluyor üstlerinde. Oysa kitapta bahsettiğim tabu olan regl, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, klitoris, orgazm, şiddet ve daha nicesi gibi tüm konuların tabu olmaktan çıkabilmesi için erkeklerin de bu konuları rahatça konuşabilmeleri gerekiyor. Tabii bizim yaşadıklarımızı bizden iyi bildiklerini iddia ederek yani “mansplaining” yaparak değil! Bence biz kadınlar ne kadar çok konuşup anlatmaya devam edersek, erkekler için de o kadar doğal, olağan konular hâline gelecek hepsi. Kitabın adı bu nedenle “Aramızda Kalmasın”. Kolektif bir çağrı bu aslında. Benden çıktı, sıra sizde diyorum. Tüm söyleşilerim de bu şiarla ilerliyor. -Aramızda Kalmasın’ın içeriği çok kuvvetli, sizin T24’de kaleme aldığınız konular kadar ek başlıklar da var. Peki, geçtiğimiz bir yılda eklenmesi gereken başka konularda birikti mi? -Benim yazmak istediğim, hatta kitabı bitirmeye çalışırken yazmaya başladığım sonraysa yazamadığım bir konu var; özgüven. “Kendini sevmek” diyebiliriz ya da. Tüm söyleşilerde konu dönüp dolaşıp oraya geliyor. Kız çocukları, oğlan çocukları kadar pohpohlanarak, övülerek, yüceltilerek büyütülmüyor. Öyle büyütülenleri de toplum baskılayıp, törpülüyor. Kendine güvenen, kendini öven kadınlar ukala, çokbilmiş, üstten bakan kadınlar olarak görülüyor. Ne zaman başarılı bir işkadını, çok satan, kendi değerini bilerek davranan ünlü yazar ya da sanatçılardan bahsedildiğini duysam “o kadın deli”, “o kadın baskıcı”, “o kadın mafya gibi çalışıyor”, veya “o kadına bulaşmam ben” gibi yorumlarla karşılaşıyorum. Toplum, böyle kadınları sevmiyor. Özgüven sorunları yaşayanlar mutlu değil, yaşamayanlar da dışlanıyor. Bir de bazı kadınlar kendilerini erkek gözünden onaylayıp sevebiliyor sadece, o olmadığı zaman eksik hissediyor. Bu konulara değinen bir bölüm yazmak istemiştim, yetişmedi. Yazmayı dener miyim tekrar bilemiyorum. -Kitap, sadece kadınların hakları üzerine eğiliyor değil, LGBTi+’ların da haklarına değiniyorsun. Bizler, toplumda baskılanan, ötekileştirilen gruplar olarak 21. yüzyılda halen iğne ile kuyu kazıyor gibi hissetmeli miyiz? -Yavaş ilerliyor haklısın. Hele ki günümüzde dünyadaki politik düzenin ekseni oldukça sağa ve muhafazakârlığa kaymışken. Tarih böyle ilerlememiş mi ama? Bazı dönemler karanlık, bazı dönemler aydınlık. Bize düşen bu karanlık dönem oldu ama ilerlemeye devam etmek zorundayız. Vazgeçtiğimiz anda elimizde olanı da alacakları bir dönemden geçiyoruz çünkü. -Paris’te yaşıyorsunuz ve Türkiye’deki kadın hareketleri kadar Paris’te Avrupa’daki kadın hareketlerine de destek veriyorsunuz. Orada ve burada atılan adımların arasındaki farklar neler, dünden bugüne olumlu gelişmeler var mı? -Buradaki kadın hareketi çok parçalanmış durumda. Laik, Fransız, burjuva feministler bir cephede, dışladıkları trans, seks işçisi veya Müslüman feministler bir cephede. Kuzey Afrikalı göçmen feministler bir yerde, Orta Doğulu göçmen feministler bir yerde. Buranın göçmen politikası entegrasyon değil asimilasyon üzerine kurulu olduğu için göçmenlerin belirli hareketlere katılması çok olası olmuyor. Herkes kendi topluluğunda bir hareket yürütüyor. Ben kendimi bir yere ait de göremiyorum burada. Bir hareket ilgimi çekiyorsa kimlerin başlattığını bulup katılıyorum ben de. Gündemi takip ediyorum yani. Türkiye’deki hareketin daha kolektif olduğuna inanıyorum, elbette yine de bölünmeler var ama burası kadar değil. Bir 8 Mart’ta Paris’te 4 ayrı yürüyüş oldu birkaç yıl önceydi. O kadar bir araya gelemiyorlar yani, öyle diyeyim. Fransa’da devlet destekli bir kadın hareketi de var elbette bu değerli. Macron hükümetiyle birlikte atanan kadın erkek eşitliği sekreteri Marlène Schiappa, burada eleştirilse de benim çalışmalarını beğendiğim biri. Sokak tacizine ceza getirdi, kadın cinayetlerine bütçe ayrılmasında büyük rol oynadı; röportajlarında, sosyal medyada cinsellikten, reglden bahsediyor rahatça. Bir başka fark da Fransa’da cinsel özgürlük üzerine son birkaç yıldır aktif iş yürüten sosyal medya hesapları ve oluşumlar var. Benim kitabımın cinsellik bölümünde yazdığım konuları ve daha nicesini aktarıyorlar. Türkiye’de bu henüz yaygınlaşmış bir akım değil. Cinsellik hâlâ çok sert bir tabu. -Yeni kitap için kolları sıvadığınızı biliyorum. Diğer taraftan mücadelenden uzak bir kitap olmayacağını da tahmin ediyorum. İçeriği ya da türü hakkında ipucu verebilir misiniz? -Aslında yine kurgu dışı bir çalışmam olacaktı ama bu yaz birden bir roman yazmaya başladım. Bambaşka bir dünyası varmış, gerçekten çok zorlayıcı. Türkiye’deyken kadın kimliğimi keşfetmiştim, Fransa’da da göçmen kimliğimi. Bu kimlikler ön planda romanımda. Ben distopik bilim kurgu ya da spekülatif gerçeklikte geçen distopyaları okumayı ve izlemeyi çok seviyorum. Bu akımlardan etkilendiğim için sanırım yazarken de öyle bir karanlığı yazmaya başladım. Ben gerçeklikle gerçekdışını kolaylıkla ayırabilen biri değilim. İzlediğim ve etkilendiğim bir filmde ya da okuduğum bir romanda mesela hemen bir karaktere bürünür, dünyayı bir süre onun gözünden görür, ona dönüştüğüm rüyalar görürüm. Romana başladığımda da kendi yazdığım karakterlerin yaşadıklarını kendim yaşıyormuşum gibi hissetmeye başladım yazarken. Ara verdim ondan, bir çıkış bulabilecek miyim emin değilim. Bakalım nereye gidecek.