Ordulu Söylemez, emekli ama boş durmamak için kalem, yara bandı satarak sokaklarda yaşıyor. Samsunlu Barut ise ortaokuldayken okulu bırakıp İstanbul’a gelmiş, hem kuşyemi satarak hem de fotoğraf çekerek yaşamını sürdürüyor Yağmur Kaya Hasan Söylemez ve Fikri Barut, İstanbul’un en renkli, en cıvıl cıvıl yıllarına tanıklık etmiş iki Karadenizli. İstanbul’un eski halini bilen, geçmişinin güzelliği hafızlarından silinmeyen bu iki tanık da şimdinin tek düze yaşantısına “Ah” edenlerden. Söylemez, kalem, yara bandı satarak sokaklarda yaşarken, Barut ise 40 yıldır hem fotoğraf çekerek hem de kuşyemi satarak geçimini sağlıyor. “İstanbul, İstanbul olalı böyle keder görmedi” desek, yeridir. Sezen Aksu’nun bu şarkı sözü belki bir aşka yakarış ama son siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel düzlemde binlerce yıl farklı medeniyete ev sahipliği yapmış; içerisinde farklı milliyetlerin pek “kardeşçe” olmasa da iç içe yaşadığı bu kent, son düzlük dediğimiz -son 10 yıllık- süreçte betona, ranta dönüşmüş durumda. Öyle ki Eminönü merdivenlerine oturduğunuzda; gözünüze önce Galata Kulesi değil, hemen sahilde inşaat halindeki binalar çarpıyor. “Ne gerek vardı bu güzelim şehrin siluetini bozmaya” demekten, kendinizi alıkoyamadığınız bir ruh haline sahibiz çoğumuz. İstanbul’un en görkemli yerlerinden biri de Eminönü. Tarihi camileri, kiliseleri, hamamları, çarşıları ile binlerce yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği bu ilçe; 1970’li yıllardan beri iki insana da kucak açmış. Yıllardır dimdik, bütün görkemiyle ayakta… Evet, iki mavi gözlü Karadenizliye de ev sahipliği yapıyor kaosun kozmosa dönüştüğü bu meydan. Belki ayrıştırıcı bir ifade kullanıyormuşum gibi gelebilir ama özellikle belirtmemdeki neden, zihnimin beni Karadeniz’in o mükemmel, bereketli topraklarına götürmesi. “Ne işimiz var bizim burada? Neden kendi toprağımız da yaşamıyoruz da elimizde siyah bir poşet, poşetin içinde kalem, yara bandı, selpak satarak 20-30 liraya tamah edip geçinmek zorunda kaldık. Nedir bizden alınıp bizi büyükşehrin girdabına iten nedenler? Eminönü’nde bulunan Yeni Camii’nin hemen yanında tanesi bir buçuk liraya kuşyemi satarak yaşama tutunmaya çalışmak... İntihar etmeyeceksek çalışalım bari!..” Elimde fotoğraf makinesi, sırtımda ağır sırt çantam ile haber yapmak için çıktığım yolda, aklıma ilk gelen güzergâh Eminönü oluyor. Otobüsten iner inmez etrafa bakınıyorum hemen ileride bıkkın ve yılgın bir kitleyle karşılaşıyorum; karşılaştığım gibi içine karışıyorum, dahil oluyorum. Eminönü Meydanı’nda hemen Yeni Camii’nin yanında, az ileride uzun boylu kuşyemi satıcısı dikkatimi çekiyor. Yanına yaklaşıyorum. Yeşilçam aktörlerini andıran şekli şemali ile gölgeli, derin bakışları ile meydanda antik bir Yunan tanrı-heykeli gibi durmuş, kuşyemi satmaya çalışıyor. Tanışıyoruz Fikri Barut ile. Fotoğrafını çekmek için izin istiyorum Barut’tan. “Tabii ki çekebilirsin demesi” ile birkaç pozunu çekiyorum. Kendisi ile söyleşi yapmak istediğimi belirtince, “İsmimi Google yaz, benim kim olduğum orada yazıyor. Bir bak, ondan sonra konuşuruz” diyor. Bunu üzerine yanından ayrılıp bir cafeye geçerek, dediği gibi kendisini araştırmaya başlıyorum. “Yeşilçam artistlerine benziyor” demekle yanılmadığımı yaptığım kısa araştırmada anlıyorum. Cafeden ayrılıp Fikri Barut ile söyleşi yapmak için yola koyulduğum sırada, boynumda fotoğraf makinesi dikkatini çeken Hasan Söylemez, makinemi işaret ederek, “Ne çekiyon?” diye soruyor. Siyah kumaş pantolonu, içinde mavi tişörtü, tişörtün üzerine giydiği siyah montu, elinde siyah poşeti... “Her şeyi” diye cevap veriyor ve bu kez “Sizin de fotoğraflarınızı çekebilir miyim?” diye ben soruyorum. “Evet” diyen Hasan Söylemez’in birkaç fotoğrafını çektikten sonra söyleşi yapmak istediğimi söylüyorum. Ordu Ünyeli olan Hasan Söylemez, 69 yıldır İstanbul’da yaşadığını anlatıyor. “Kimse yok. Ailem öldü” dedikten kısa bir süre sonra nedendir bilinmez, Ünye’de bir kızı olduğunu belirtiyor. Yakında kızını ziyaret için Ordu’ya gideceğini söyleyen Söylemez, “Ama çok kalmam” diyor sonra. Elindeki büyük siyah poşetin içinde kalem, peçete, yara bandı satarak yaşamını idame ettiren Söylemez, aynı zaman da emekli olduğunu, boş durmamak için çalıştığını bildiriyor. Üsküdar’a arkadaşlarını ziyarete gideceğini ifade eden Söylemez, “Her yerde arkadaşlarım var. Akşama doğru da Bakırköy’e gideceğim. Gece yine Eminönü’ne gelirim” diye konuşuyor. Söylemez, İstanbul’un en iyi seyyahlarından ve geçmişini en iyi bilen isimlerinde biri olsa gerek ki bulunduğumuz noktanın bir zamanlar deniz olduğunu ve nereyi tam olarak kastettiği belli olmadan “Taa, oraya kadar deniz vardı” diyor. Sokakta yaşadığını, kışın ise İstanbul Belediyesi’nin desteği ile bir çatı altında kaldığını belirten Söylemez, “Benim işlerim var. Soruların bitti ise ben gideyim” diyerek Üsküdar Vapuru’na doğru arkasına hiç bakmadan hızlı adımlarla yanımda ayrılıyor. “Gördüğüm her yüzü çekerdim” Söylemez’in yüzümde yarattığı tebessüm ile Fikri Barut’un yanına gidiyorum. Barut ile daha önce de birçok kez söyleşi yapılmış. Kendisinin fotoğraflarının uluslararası birçok fotoğraf sergisinde sergilendiğini ifade ediyor Barut. Samsun Çarşambalı olan Barut (62), ortaokul birinci sınıf öğrencisi iken okulu bırakıp İstanbul’a geldiğini bildiriyor. “Babam çok uğraştı okumam için” diyen Barut, İstanbul’a ağabeyinin yanına gelerek kısa sürede iş bulduğunu ve para kazanmaya başladığını anlatıyor. Küçük yaşta para kazanmanın, eline sıcak paranın geçmesi ile okulun o an gerekli olmadığını düşündüğüne değinen Barut, “Ama keşke babamı dinleyip okusaydım” diyerek pişmanlık duyduğunu söylüyor. “Yine de şükür” diyen Barut, çok güzel yaşadığını, o dönem kimsenin sahip olmadığı şeylere sahip olduğunu ifade ediyor. Bir gün ağabeyinin eline Polaroid marka makine vermesiyle “Gülen yüzler çektiğini” belirtiyor Barut. Mutsuzluğu yüzünden okunan insanların fotoğraflarını çekmediğine dikkat çeken Barut, bunun nedenini ise, insanların ömür boyu saklayabileceği o fotoğraflara yeniden bakıp da mutsuz olmalarını istemediği şeklinde açıklıyor. 40 yıl boyunca hem kuşyemi satarak hem de fotoğraf çekerek yaşamını sürdürdüğünü kaydeden Barut, dijital telefonların çıkması, teknolojinin hızla gelişmesi ile fotoğraf çekmeyi bıraktığını söylüyor. Tabii buna ilerleyen yaşını da dahil ederek. “Gençken kimse bana yetişemezdi. İstanbul’u karış karış dolaşır, fotoğraflar çeker, gördüğüm her yüzü çekerdim. Şimdi dizlerim tutmuyor’ diyen Barut, Yeşilçam oyuncuları ile çok samimi arkadaşlıklar kurduğunu, Eminönü’nde çekilen Yeşilçam filmleri ile herkesin ulaşmakta zorluk çektiği o günlerde, kendisinin film setlerinde Yeşilçam oyuncuları ile hasbihaller ettiğini gözlerini ufka dikip o günleri tekrar yaşarcasına anlatıyor. Eminönü’nde tanıdığı her arkadaşının en az kendi hayatı kadar maceralı, renkli bir yaşam hikâyesinin olduğunu ifade eden Barut, şöyle devam ediyor: “Bizler bu ülkede olabilecek bütün güzellikleri gördük. Şimdi bakıyorum da insanlar hepsi tek renk gibi. Mutsuz, kaygılı… Bu şehir o vakitler bu kadar kalabalık değil, bu denli betona gömülmemişti. Her milliyetten insan gelirdi şu meydana. Şimdi ne kendi insanımda ne de dışardan gelen insanlarda o renklilik, farklılık yok.” Sabah 7’den akşam kuşlar yuvalarına gidene kadar Eminönü Meydan’ında olduğunu dile getiriyor Barut. Eşinden yıllar önce ayrıldığını belirten Barut, “Gençtim. Çok para kazanıyordum. Hırpaladım haliyle hanımı. İş işten geçti tabii. Şimdi pişman olsan neye yarar. Kızımda kalıyorum. 4 çocuğum var. 3 oğlan biri kız. Keşke bütün çocuklarımda kız olsaydı. Kız çocukları anaya babaya çok hayırlı. Memlekete gider miyim ilerde! Belki!” diye sözlerini sürdürüyor ve eşine bir zamanlar deliler gibi aşık olduğunu bir an da söylüyor. “Öyle başladı maceramız” “Çok yakışıklıyım. Tabii gençken” diyince “Hâlâ da öylesiniz” diyorum. Gülüyor, Barut. Başlıyor eşi ile evliliğe giden ilk yolu anlatmaya. “Gencim. Çok yakışıklıyım. Yakışıklı olduğumu herkes söylerdi. Mahalledeki kızlar âşıktı bana. Tabii ben de çapkındım. Ama gönlümde tek o vardı. Dedim ya aynı mahalledeyiz diye. Bir gün sokakta yürürken gördüm. ‘Ne yapayım ne edeyim’ diye kendimi yiyip bitirirken, elimdeki kibrit kabına ‘Seni seviyorum’ diye yazıp hızla yanından geçerken önüne attım. Eğilip aldı. Cevap göndermişti o da. ‘Sen çok çapkınsın. Mahalledeki kızlar sana âşık diye’. İlk görüşmemizde ‘Gel kaçalım’ dedim. İkiletmedi. Öyle başladı maceramız.” İki saatte, üç mevsimi aynı anda yaşadığımız İstanbul’da, yağmurun hızla yağmaya başlaması ile ‘Islanma. Daha sonra gelir kaldığımız yerden devam ederiz sohbetimize’ diyen Barut’un yanından, daha fazla ıslanmamak için koşar adımlarda ayrıldım.