Son dönemde yaşanan kolluk kuvvetlerinin yurttaşlar üzerindeki keyfi şiddetini insan hakları savunucuları, hukukçu ve uzmanlarla konuştuk. THİV Genel Başkanı Fincancı, polisin keyfi şiddete yetkisinin olmadığını vurgularken, Avukat Taşçı, “Kolluğun yaptığı uygulama tamamen hukuk dışı ve aslında suç” dedi. Psikolog Türkmen ise bunun toplumda şiddet ve kaosu yaygınlaştırdığına dikkat çekti

Havva Çustan  - Polislerin ve bekçilerin keyfi şekilde yurttaşlara şiddet uygulama haberleri daha önce de sıkça gündeme geliyordu. Ancak son dönemde pandemi sebebiyle sokağa çıkma kısıtlamaları, polis ve bekçilerin bu şiddetini daha görünür hale getirdi. Birçok yerde yurttaşlar yasak gerekçesiyle şiddete maruz kaldı. Tekirdağ’ın Çorlu İlçesi’nde polisin Gültaş ailesini darp ettiği ortaya çıkmıştı. İstanbul Kadıköy’de de bir polis, kuryeye motorunu kilitleme tehdidinde bulunarak hakarette bulunduğu görüntülerini izlemiştik. Daha sonra emniyetten yapılan açıklamada polisin görevden uzaklaştırıldığı bildirildi. Zeytinburnu’nda polisin, dışarıda olan çocuklara “sokağa çıkma yasağı” gerekçesiyle şiddet uyguladığı, Eyüp’te bekçi ve polislerin sokak arasında yurttaşları darp ettiği ve havaya ateş ettiği görüntüler de sosyal medyaya yansıdı. Eyüp’te yaşanan şiddette, yurttaşlar polise mukavemet ettiği gerekçesiyle gözaltına alındı. Adana’dan da buna benzer görüntüler izledik. Bayramın ilk günü mahalle arasında bayramlaşmak isteyen yurttaşları polis havaya ateş açarak dağıtmak istedi. Bazı yerlerden polislerin idari soruşturmalarla açığa alındıkları haberleri gelirken birçok yerden savcıların soruşturma açtığına dair herhangi bir bilgi mevcut değil. Polisin ve bekçilerin uyguladıkları bu şiddeti insan hakları savunucuları, hukukçu ve uzmanlara sorduk. [caption id="attachment_186594" align="alignright" width="344"] Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) Genel Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Şebnem Korur Fincancı[/caption] “Kolluğun keyfi şiddete yetkisi yok” Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) Genel Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Şebnem Korur Fincancı, kolluğun herhangi bir biçimde şiddet uygulama yetkisi olmadığını vurguladı. Polis Vazife ve Salȃhiyet Kanunu göre yakalama sırasında zor kullanım yetkisinin ancak kişinin direnmesi vb. durumda bu eylemi ile orantılı düzeyde olması gerektiği biçimde tanımlandığını aktaran Fincancı, şu açıklamayı yaptı: “Yakalama ve gözaltı işleminde bazı usul güvenceleri bulunmaktadır. Yakalama sonrası şüphelinin hekim muayenesi yapılır (gözaltı giriş muayenesi olarak da geçer) ve gözaltı yapılmışsa bu süre boyunca her 24 saatte bir tekrar edecek şekilde ve savcılığa çıkarılmadan önce muayene edilmesi gerekir. Burada iki önemli aksaklık bulunuyor. Muayeneler sıklıkla yetersiz ve üstün körü yapılıyor. Oysa kişiler kolluğun olmadığı ortamda, ayrıntılı öykü alınıp, tümüyle soyularak muayene edilmeli, ruhsal değerlendirmesi yapılmalı. Düzenlenen raporlar bu nedenle çoğunlukla ‘Darp cebir izi yoktur’dan ibaret oluyor.” Savcıların raporda bir bulgu olmayınca kişi şikâyet etse dahi dikkate almadığına işaret eden Fincancı, açıklamalarına şöyle devam etti: “Bazen görünür yerlerinde yaralanmalar olsa bile ne olduğunu sormuyor. Kişiler de sıklıkla kolluk tarafından ‘polise mukavemet’ suçlaması ile tehdit edildikleri için şikâyetçi olmaktan kaçınabiliyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) 2019 raporunda mukavemetten açılan soruşturma sayısı 163.000 iken kolluğun uyguladığı işkence iddiası ile açılan soruşturma 2196. Biz bu mukavemet davalarına ikiz davalar diyoruz ve insanların şikâyetçi olmasını engellemek, yıldırmak sindirmek amaçlı olduğunu rakamlar da açıkça gösteriyor. Bir de savcılarla ilgili önemli bir husus kolluğun savcının çalışma arkadaşı olması. Bir soruşturmada savcı - kolluk marifetiyle araştırmayı yürütüyor. Çalışma arkadaşına soruşturma açmaktan da sıklıkla kaçınıyor dolayısıyla.” “İktidar bu şiddet biçimiyle toplumu sindirmeyi amaçlıyor” İktidarın bu şiddet biçimiyle toplumu korkutup sindirmeyi amaçladığını ifade eden Fincancı, sözlerini şöyle tamamladı: “Bu durumun insan haklarında karşılığı, yaygın olarak işkence suçunun işlenmesidir. Burada uygulayan kolluktan, muayeneyi yetersiz yapan hekime, soruşturma aşamasını etkili biçimde yürütmeyen savcıya her kademe, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında işkenceye katılım suçu işlemektedir. Ayrıca son yıllarda siyasi irade ve iktidar partisi yetkililerinin yaptıkları açıklamalar ile bu suçu destekleme, övme tutumları da işkence suçu kapsamındadır. Bu suçun görünür olması, işkencenin mutlak yasak olduğunun kamuoyuna anlatılarak etkili bir kamuoyu oluşturulması önemlidir. Cezasızlığın önüne geçmek, dolayısıyla bu suçun belgelenmesi de önleme adına kıymetlidir. Elbette Türkiye’nin taraf olduğu seçmeli protokol uyarınca oluşturması gereken bağımsız izleme mekanizması Paris İlkeleri’ne göre oluşturulmadığı için en önemli önleme mekanizması işlevsiz kılınmıştır.” [caption id="attachment_186595" align="alignleft" width="322"] İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Avukat Eren Keskin[/caption] “Polis ve bekçi şiddeti meşrulaştırılıyor” İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Avukat Eren Keskin ise devlet eli ile şiddetin meşrulaştırıldığına dikkat çekip şunları söyledi: “İçişleri Bakanı, ‘Talimat verdim, yakalayın ve lime- lime edin dedim’ diye açıklama yapabiliyor. Polis ve jandarma istihbarat, çeşitli sosyal medya hesaplarından, işkence görüntüleri yayınlayabiliyor. Cenazelere saldırılıyor, televizyonlardan ölüm çağrıları yapılıyor. Şiddetin ve ötekileştirmenin böylesine meşrulaştırıldığı bir süreçten, polis ve bekçiler de buradan cesaretleniyor ve şiddet uyguluyorlar. Çünkü, ‘cezasız’ kalacağını biliyorlar. Türkiye, bir hukuk devleti değil. Yazılı hukuk, uluslararası sözleşmeler farklı, uygulama farklı. Yargı, iç hukuk ve özellikle de uluslararası sözleşmeleri uygulamıyor. Hem iç hukuk da hem de sözleşmelere göre işkence yasak bir yöntem.” [caption id="attachment_186596" align="alignright" width="235"] İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Avukat Eren Keskin[/caption] “Bekçiler, insanlar üzerindeki hâkimiyeti arttırmak istiyor” Sosyal Haklar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Akçay Taşçı ise konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: “Öncelikle, polis ve bekçilerin davranışlarını ayırmamız gerekiyor. Bekçiler göreve başladıktan bir süre sonra, polislere tanınan yetkilerin kendilerine de tanınmasını talep etmişlerdi. Bu talebin sebebinin yurttaşlar üzerinde daha çok hâkimiyet kurma çabası olduğunu düşünüyorum. Devletin bir kuvveti olarak yeterince saygı görmediklerinden yakınmışlardı. Bekçilerin bu tür hukuksuz uygulamalarının altında bunun yattığını düşünüyorum. Elbette ki kolluğun keyfi şiddet yetkisi yok. Güç kullanımının şartları kanunda belli, görevinin gereğiyle sınırlı ve görevi yapabilmesi için mecbur olduğu ölçüde şiddet kullanabilir. Ancak; sokağa çıkma kısıtlamasının ihlal edilmesinin karşılığı sadece para cezası. Ne gözaltına almayı ne de başka bir soruşturma işlemini gerektiren bir davranış değil. Kolluğun güç kullanmasını gerektiren bir durum yok. Dolayısıyla kolluğun yaptığı uygulama tamamen hukuk dışı ve aslında suç. Zira işkence ve kötü muamele kanunda tanımlanmış birer suç tipi.” “İlk elden memurların hızla soruşturulmaları gerekiyor” Savcıların böylesi durumlarda genelde harekete geçmemesinin savcılık makamıyla kolluk arasındaki ilişkiyle alakalı olduğunu kaydeden Taşçı, sözlerine şöyle devam etti: “Savcılık ile kolluk arasında amir-memur ilişkisi var. Karşılarında ise sürekli suç işleyen koca bir toplum. Yani kendilerini sürekli suçla savaşan bir ekip olarak görüyorlar. Savcıların polislere arka çıkmasının arkasında ‘savaştaki askerlerini kollama’ fikrinin olduğunu düşünüyorum. Kolluğun bu tür kötü muamelelerini ise otorite kurmanın bir aracı olarak görenler de var üstelik. Olay gündeme geldiğinde ise en fazla ‘biraz ayarı kaçırmış’ gözüyle bakıyorlar. Uluslararası temel insan hakları sözleşmelerinin tamamında işkence ve kötü muamele yasağı düzenlenmiştir. Hatta bu yasak yaşam hakkından hemen sonra gelir. Yani bu sözleşmeler düzenlenirken işkence yasağına azami önem gösterilmiştir. İşkence ve kötü muamelenin önüne geçmenin tek ve sihirli yolu yok maalesef. Ancak; ilk elden yapılması gereken kötü muamele uygulayan memurların soruşturmalarının hızlı ve adil şekilde yürütülmesi ve özellikle caydırıcı olabilmesi için kamuoyuyla paylaşılması. Bunun ortalama bir kolluk görevlisi üzerinde önemli bir etkisi olacağını düşünüyorum. Sonuçta işinden olma korkusu az buz bir korku değil. Devamında ise kolluk seçiminde ciddi bir psiko-sosyal değerlendirme süreci, yurttaşla iletişim konusunda eğitimler gibi konular işe yarayabilir. Ama yukarıda değindiğim gibi meseleye savcılığın içinde olduğunu düşündüğü ‘savaş’ psikolojisinden başlamak gerekiyor.” “Toplumda şiddet yaygınlaşıyor” Psikolog Sevgi Türkmen, son dönemlerde yaşanan bu şiddetin münferit olmadığını belirtip salgın sürecinin deneyimlenmediğini ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu da kolluğun insanlar üzerinde yaptırımını arttırdı. Olağanüstü durumlarda insanlar bu şiddeti içselleştirebilir, bunu bir şiddet olarak algılamayabilir, bunun kendilerine koruma yöntemi olduğunu düşünüyorlar, bu yanlış bir algılayış. Psikolojik olarak bir kriz halindeyiz. Böylesi durumlarda insanların maruz kaldığı şiddetle başa çıkma durumu daha kırılgan oluyor. Toplumsal olarak kuralları, baskıları, şiddeti daha kabullenebilir durumda olabiliyoruz. Bu kriz bizim özgücümüzü de düşürebiliyor. Bu durum sadece kolluğun şiddetini yaygınlaştırmıyor, aynı zamanda toplumsal olarak da şiddetin yaygınlaşmasına zemin hazırlıyor. Kolluğun sokağa çıkana, maske takmayana bu tarz şiddetini gören insanlar; başka sokağa çıkma yasaklarında sokağa çıkanları, maske takmayanları bir tehlike olarak görürler. Bu da insanların birbirlerine şiddet eğilimini, arttırır.” [caption id="attachment_186597" align="alignright" width="328"] Sevgi Türkmen[/caption] “Kolluk, artık bir korku temsiliyetidir” Salgın süreci sonunda oluşan şiddet altyapısının devam edeceğine işaret eden Türkmen, şu saptamalarda bulundu: “Bu durum, aynı zamanda salgın sonunda ‘normalleşme’ sürecine geçişi daha çok zorlar. İnsanların anılarına bu şiddet işlenmiştir çünkü. Bir bekçi, polis yani kolluk, artık bir korku tesmiliyetidir. Bu da bir patoloji yaratır, sürecin daha zor yaşanmasına neden olur. İnsanların kaygıları, belirsizlik, güven duygusunun zedelenmesi çok daha artacaktır. Özellikle çocukların hayatında daha derin patolojik sorunlar ortaya çıkabilir. Bu durum aynı zamanda insanlara olmayan bir tehlikeyi varmış gibi algılattığı için var olan tehlikeleri daha ağır yaşamalarına neden olur.” Bu durumun insanlar üzerinde bir denetim mekanizması yaratacağına da dikkat çeken Türkmen, sözlerine şöyle devam etti: “Sivil yaşam içerisinde insanlar, bu denetimi hayatlarının her alanında hissediyorlar. Böylelikle devlet bakımından insanların hayatları hem daraltılır hem özgüçleri kırılır. Sürekli denetim altında olan insanlar kendi iradesini kullanamaz, kendi gücünü gösteremez hale gelir. İnsanlar sakarlaşır, yanlış yapmaya başlar, öfkelenir, kaygılanır, daha çok hata yapmaya başlar, olgunluk nitelikleri düşürür.” “Devlet kurumları şiddete taviz vermemeli” Söz konusu şiddetin kadınları daha çok etkilediğini vurgulayan Türkmen, “Salgın sürecini kadınlar çok daha ağır yaşadı. Üzerlerine yüklenen yükler daha da ağırlaştı, sadece polis- bekçi şiddeti değil erkek şiddetine de maruz kaldılar. Tüm bu süreci en ağır yaşayan kesimlerden biri haline getiriyor kadınları” dedi. Bu süreçten toplumun daha az hasar alarak çıkmasını devlet kurumlarının sağlayacağının altını çizen Türkmen, sözlerini şöyle bitirdi: “Bu kurumlar şiddete kesinlikle taviz vermemeli, cezalandırmalı, şiddetin yayılmasını önlemeli. İnsanların hayatlarının tüm anlarını denetlemeyi bir kenara bırakmak gerekiyor. Denetimi ancak pandemi sürecine uygun şekilde yapmak gerekiyor.”
Editör: TE Bilisim