Savaş ve gazetecilik…

Dünya medyasının yakından takip ettiği “Barış Pınarı Harekâtı” sırasında en çok tartışılan konulardan biri de hem Türkiye’den hem de sınırın diğer tarafı Suriye’den yapılan haberler oldu. Gazeteci Can Ertuna ve Fatih Polat savaş ve gazeteciliği 24 Saat’e anlattı…

Özlem Temena / İSTANBUL - Türkiye’nin, Suriye’de başlattığı ve 120 saat ara verilen “Barış Pınarı Harekâtı”, uluslararası ve yerli basın çalışanlarının çalışma koşulları ve haberlerin veriliş biçimleri “Savaş gazeteciliğini” yeniden gündeme getirdi. Türkiye medyası nasıl bir sınav verdi? İki usta gazeteci, Can Ertuna ve Fatih Polat 24 Saat’e yorumladı. Habercilik kariyeri boyunca Afganistan, Irak, Gazze, Suriye, Libya, Mısır başta olmak üzere birçok savaş ve çatışma bölgesinde savaş ve çatışma bölgelerinde görev yapan Can Ertuna, “Deneyim ve eğitimin gerekli olduğunun” altını çizerken “Gazetecilik meslek örgütleri de kurumları, çalışanlarının can güvenliğini sağlamaya zorlamalıdır” tespitinde bulundu. Gazetecinin gideceği bölgenin coğrafi olarak tarihini, sosyolojisini, bölgedeki çatışmanın geçmişini ve bölgedeki çatışmanın taraflarına dair bilgileri araştırarak ancak gördüklerine anlam katabileceğine işaret eden Ertuna, son dönemde habercilerin kendilerine çizilen çerçevenin dışında çıkıp özgün içeriklerde bulunamadıklarına tanık olunduğunu belirtti. “Çatışma alanında görev yapacak gazetecilere eğitim verilmeli” -Çalışma yaşamınızda çatışma alanlarında çok kez bulundunuz, çatışma alanında haber yapmaya çalışan basın emekçilerinin dikkat etmesi gereken konular nelerdir? Can Ertuna: Öncellikle çatışma alanına gidecek bir gazeteci gideceği bölgenin coğrafi olarak tarihini, sosyolojisini, bölgedeki çatışmanın geçmişini ve bölgedeki çatışmanın taraflarına dair bilgileri araştırmış olarak gitmelidir ki o alanda gördüklerine bir anlam katabilsin. Böylelikle olası bir kriz durumunda en sağlıklı çıkış yöntemini araştırabilsin ve bu yönde çaba gösterip hem kendi güvenliğini hem de kendi yanında bulunan ekip arkadaşlarının güvenliğini sağlasın. Elbette temel bazı gereçlere ihtiyaç var ve bunlar son dönemlerde de giderek yayınlaştı. Ancak hâlâ çatışma alanda kullanmayan arkadaşlarımız ne yazık ki söz konusu. Öncelikle kask ve çelik yelek. Belki doğrudan size yönelmiş bir top mermisi, havan veya roket mermisine karşı ölümsüz kılmaz ama herhangi bir şarapnel çarpması sonucu yaralanmanızdan ya da bir enkaz altında kalma durumunda bu araçlar hayati önem taşır. Her haber ekibinde basit bir ilk yardım çantası olmalı. Bu çantada ilaçların yanı sıra tampon görevi görebilecek gereçler bulunmalı. Çatışma bölgelerine özel tasarlanmış ilk yardım çantaları var, bunlardan elde etmek önemlidir. Ayrıca bu tür noktalarda gündelik hayatlarımızdaki lükslerimizi sürdüremeyeceğimizi hatırlamak gerekli. Bunların başlıca olanı elektrik ve internet kesilebilir. Bu noktada bağlantının gerek ekip arkadaşlarımızla gerek haber merkeziyle kesilmemesi için yeri geldiğinde uydu telefonu yeri geldiğinde harici bataryalar kullanılmalıdır. En önemli hususlardan birisi de belli eğitimlerden geçmiş olmak. Uluslararası saygın basın kuruluşları, eğitim almadan herhangi bir gazeteciyi o bölgelerde görevlendirmezler. Türkiye’de de bu eğitimler yeni başladı. Ancak o eğitimleri almak yetersiz kalabilir, çatışma bölgesinde görev yapacak gazetecilerin belli aralıklarla yeniden eğitimlere giderek bilgilerini tazelemeleri gereklidir. En az iki üç senede bir bilgiler tazelenmeli. Sahada güvenliğinizi sağlayacak en önemli nokta ise deneyimli olmak. Deneyim, bölgede hem sizin hem de ekip arkadaşınızsın hayatta kalmanızı sağlayacaktır. Aynı zamanda olası bir problemle yüzleşmeyi ve çatışma bölgelerinde sivil halk, düzenli ordu birlikleri, yerel milislerle nasıl ilişki kurulacağını deneyimle çözersiniz. Dolayısıyla sıcak çatışma ortamına girecek gazetecinin mutlaka farklı çatışma bölgelerinde edindiği deneyimler kritik önemdedir. -Gazetecilerin üye olduğu dernek, meslek örgütü ve STK'lar, sahada görev yapan gazeteciler için ne yapmalıdır? Can Ertuna: Gazetecilerin üye olduğu kurumların görevleri gazetecinin mümkün mertebe can güvenliği içinde çalışma yürüttüklerinden emin olmalıdır. Bu konuda gazetecileri çatışma bölgesine gönderen kurum ve kuruluşlara baskı oluşturmalıdır. Aynı zamanda sadece can güvenlikleri değil gazetecilik konusunda yayıncılığın kalitesi ve tarafsızlığı konusunda da bir baskı gücü olarak dönem dönem raporlar hazırlayarak bir denetim mekanizması da görmeliler. Örneğin uluslararası alandaki gazetecilik örgütleri çatışma ortamlarındaki gazetecilerin can güvenliği açısından hem yeri geldiğinde hem çeşitli kurslar düzenlenmesine aracılık ettiklerini biliyoruz. “Haberci yayın sırasında jest ve mimiklerini de kontrol etmeli” -Savaş ve çatışma bölgelerinde görev yapan gazetecilerin sorumlulukları ne olmalıdır? Can Ertuna: Öncelikle bir muhabirin sorumluluğu mümkün mertebe evrensel gazetecilik çerçevesi içerisinde gördüğü olayı objektif ve nesnel olarak aktarmak olmalıdır. Kendi yorumunu katmadan, hangi ideolojiye sahipse veya çatışmanın hangi tarafından görev yapıyorsa bağlı bulunduğu yayın organından bağımsız objektif bir dil kullanmalıdır. Özellikle bir video yayını yapıyorsa bunu seçtiği sözcükler değil aynı zamanda jestler, mimikleri ve hareketleriyle de sağlamalıdır. Yoksa aşırı bir coşku zaten şaha kalmış izleyicilerin duygularını daha da kamçılamaktan öteye gidemez. Bu durumda nesnellik sadece sözcükler ya da dille değil aynı zamanda dil tavır ve duruşla da sağlanması gerekir. “Gazetecinin amacı halkı bilgilendirmektir” Ancak şunu unutmamak gerekir. Çatışma bölgesinde görev yapan bir gazeteci her iki tarafa da geçemez, sadece bir bölgeden izler. Deneyimli bir gazeteci resmin bir yönünü izlediğini bilir. Aslında dengeyi sağlayacak olan bu noktada alandaki gazeteci her zaman olmasa da haber merkezleridir. Haber merkezleri her zaman resmin daha büyüğünü görür. Çatışmanın farklı noktalarında, farklı muhabirler görevlendirmek mümkün değilse farklı kaynaklardan ellerine ulaşan bilgileri derlemekle yükümlüdür haber merkezleri. Böylece alandaki muhabirin objektifliği ve haber merkezinin nesnelliğiyle demokratik bir ortamda şeffaf bir tartışmanın yolu açılabilir. Bu ise uzun vadede barış ve demokrasiye giden yolun taşlarını döşer. Kamuoyunun nesnel bilgilenmesine hizmet eder. Gazeteci asla unutmamalıdır ki orada bulunma sebebi, doğrudan ya da dolaylı olarak bu çatışmadan etkilenen halkı bilgilendirmektir. Bu noktada alandaki gazetecinin üstüne düşen mümkün mertebe 5N 1K ve evrensel basın çerçevesinde objektif bir habercilik yapmak, onun bağlı olduğu yayın kuruluşunun görevi de alandan farklı noktalardan bilgi alarak ya da eline ulaşan bilgileri adil ve tarafsız bir biçimde derleyerek haber bültenlerini oluşturmaktır. “Haberciler yan yana geçip aynı bilgiyi verdiler” -Suriye’deki operasyonu yerli ve yabancı birçok basın çalışanı takip etti, bu süreçte Türkiye medyası nasıl bir sınav verdi? Can Ertuna: Açıkçası savaş muhabirliği bir çatışma bölgesinde yükselen dumanların önüne geçip ya da isabet almış bir evin önüne geçip ya da bir bombardımanı bir fon haline getirip elinize tutulan basın bültenlerini okumak, size verilen resmi bilgileri seslendirmek değildir. Son dönemde yapılanın bu olduğunu gördük. Habercilerin kendilerine çizilen çerçevenin dışında çıkıp özgün içeriklerde bulunamadıklarına tanık olduk. Çok sayıda haberci yan yana geçip aynı bilgiyi verdiler. Bu noktada insanın aklına şu soru işareti geliyor: “O bölgede birkaç yayın organı olsaydı ve haber merkezleri bu havuzdan yararlanarak bilgi aktarsaydı, acaba ana akım medyada farklı bir şey duyar mıydık?” Sanıyorum “Hayır”. Ancak özellikle çok sayıda bağımsız medya kuruluşu için çalışan meslektaşımız gerektiği gibi çatışmanın farklı noktalarından, farklı insan öykülerine odaklanarak aslında çatışmanın insan üzerindeki etkilerini gösterdi. Önemli olan o alanda fark yaratmak ve özgün içerikleri sayfaya taşıyabilmek ve mümkün mertebe bunu tarafsız biçimde yapmaktır. Diğer taraftan gelen bilgi ve açıklamalara kulaklarını tıkamak değildir. Ancak şöyle bir not düşmek isterim, sınırın diğer tarafı Suriye’de özellikle basın organlarının da çeşitli sorunlar yaşadıklarını gördük. Bu sorun sadece Türkiye tarafında değil Kürt tarafında da vardı. O tarafın haberlerinde de farklı fotoğrafların kullanıldığını, yanlış bilgilerin verildiğini gördük. “Çünkü savaşta ilk önce gerekçeler ölür” tekrarlanan klişe bir sözcüktür. Gazetecilerin görevi tam da tarafların dezenformasyonuna karşı durabilmek ve mümkün mertebe nesnel ve kamuoyunu aydınlatıcı bir bilgi alanı açabilmek bir soluk borusu işlevi görebilir. Polat: Aslolan doğru ve iyi gazeteciliktir Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat’a göre, Suriye operasyonu sırasında medyanın sınıfta kaldığı bir gazetecilik yapıldı. Polat sorularımıza şu yanıtları verdi: -“Barış Pınarı Harekâtı”nın başlamasının hemen ardından “Barış” çağrısı yapan manşetleriyle çıkan Evrensel Gazetesi militarist söylemlerin arttığı bir dönemde nasıl bir baskıya maruz kaldı, ve bu baskıyla nasıl başa çıktı? Fatih Polat: Biz Evrensel olarak, iktidar, iktidar medyası ve gündelik hayatın içinde çok çeşitli aktörlerle duyguların şaha kaldırılarak askeri harekât ruhunun her gün yeniden üretildiği zamanlar şu temel noktalara özen gösteriyoruz: - Barış ve çözümün imkânlarına çeşitli yorum ve analizlerle sürekli pencere açan bir yayıncılık. - Gerçeğin ve ihtiyaç duyulan somut bilginin, propaganda yayıncılığı altında ezilmesine asla izin vermemek. - Gazetecilik açısından mayınlı bir sahaya mahkûm edildiğimiz bu koşullarda, sözün şiddetinden çok sürekliliğine odaklanmak. Ama gerçeği ifade eden sözü söylemekten de geri durmamak. Afrin sürecinde olduğu gibi, bu harekât boyunca da bunu yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Her sabah yazı işleri toplantısında günü kurarken, “Bugün savaşın şu boyutuna bakalım” diyoruz mesela ve işlevli bir gazetecilik yapmaya çalışıyoruz bu açıdan. Şu an için henüz bir dava ya da soruşturma yok. Bundan sonrasını da yaşayıp göreceğiz. -Daha önce birçok platformda gündeme gelen “Barış Gazeteciliği”nden biraz söz eder misiniz? Fatih Polat: Soruya yanıt bağlamında “Barış Gazeteciliği”ne dair çok detaylı vurgular yapmak elbette mümkün değil. Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in, çok atıf yapılan “Barış Gazeteciliği” isimli kitaplarındaki, şu saptama özlü bir tarif veriyor bize: “Barış Gazeteciliği, editörlerle habercilerin toplumdaki çatışmalara şiddet dışı yöntemlerle yaklaşılmasını sağlayacak ‘öyküleri’ seçip, haberleştirmek konusunda yaptıkları bir tercih…” Savaş ve çatışmaların çok boyutlu yıkımına uğramış bir ülke olarak, bu gerçekliğe de bir yanıt olmak üzere bizde de bu konuda son dönemlerde öğretici çalışmalar yapıldı. Prof. Dr. Sevda Alankuş’un “Barış Gazeteciliği El Kitabı”nı ve Prof. Dr. Mine Gencel Bek’in, “Barış İçin İletişim ve Teknoloji” (BİA, 12 Haziran 2015, http://bianet.org/bianet/medya/165255-baris-gazeteciligi-kutuphanesi) başlıklı makalesi hemen örnek verebilirim. “Hâkim medyanın tavrı, barış imkânlarını hapsediyor” Sadece yaşadığımız ülke ve bölgenin değil, dünyanın pek çok başka bölgesinin uzun süredir savaşlarla boğuşması, iletişim literatüründe sadece mesleki değil aynı zamanda toplumsal bir ihtiyaç olarak “Barış Gazeteciliği” kavramını dile getirdi. Gazetecilerin ve genel olarak medya dünyasının, savaş hallerinde, mensubu oldukları mesleğin gereklerini bir kenara bırakarak, kendilerini yurttaşı oldukları devletlere karşı sorumlu gören tavırları savaşların meşrulaşmasına katkı yaparken, barışı savunmayı bırakın, barışın adını anmayı bile bir suç haline getiriyor. Yani bu noktada sadece devletin, iktidarın koyduğu sınırlamalar değil, devletin “silahsız kuvveti” olarak cepheyi tahkim eden hâkim medyanın tavrı da, barış imkânlarını hapseden bir rol oynuyor. Gazetecilik mesleğinin yaşadığı bu yıpranma karşısında “Barış Gazeteciliği” bağlamında öne sürülen ilkeler bir ölçü olarak önemli ve değerli. Elbette burada asıl olan editoryal süzgeçlerdir. Hem yazılı basında, hem televizyon yayıncılığı ve internet medyasında hem de radyo yayıncılığında editoryal tercihlerin, “Savaş sırasında düşmana yöneltilen suçlamaların kanıtlanması gerekmez ve cephedeki askeri destekleyen bir yayıncılık ulusal bir sorumluluktur” biçiminde işlemesi genel bir reflekstir. Ancak tüm bunlarla birlikte, “Barış Gazeteciliği”nin yaptığı önemli katkıların altını çizerek şunu da ifade etmek gerekir diye düşünüyorum: Asıl olan doğru ve iyi gazeteciliktir. Zira “Barış Gazeteciliği” de, gazeteciye, şiddet ile arasına mesafe koymayı önerir büyük başlık olarak. Savaşın içerdiği yıkıcılık karşısında kuşkusuz bu öneri toplumsal bağlamda bir değer taşıyor. Ancak örneğin Vietnam’da ya da daha sonra adeta otomatiğe bağlanan işgal süreçlerinde, gazeteci kendisine “Ona da mesafe soy, buna da mesafe koy”un ötesinde bir sorumluluk altında da bulunur. Propaganda gazeteciliğinde uzak durmak iyi ve doğru gazeteciliğin temel odak noktasıdır kanımca. Ancak bunu yaparken örneğin işgal altındaki tarafın, mazlumun mecbur bırakıldığı şiddet, siz şiddete mesafeli de durmak isteseniz de varlığını korumak üzere itildiği bir haldir. Elbette bunu söylerken, savaşın bir tarafını ilişen bir gazetecilikten bahsetmiyorum ancak hayat bazen sizin koyduğunuz titiz ölçüleri sahada uygulanması hiç de kolay olmayacak kadar steril bir hale de dönüştürebilir. Bu açıdan arada çok ince bir çizgi var. “Barış Gazeteciliği”nin öne sürdüğü ilkeleri selamlayarak, “doğru ve iyi gazeteciliği” bir tık daha yukarıya koyma eğilimindeyim ben. -Türkiye’nin Suriye topraklarına başlattığı operasyonun ardından ‘çatışma ortamında gazetecilik etiği’ gündeme geldi. Peki sıcak çatışma ortamında “Barış gazeteciliği mümkün mü?” Fatih Polat: Gazetecilik alanının mayınlandığı çatışma ve savaş dönemlerinde de barışın imkânlarına ve bu yöndeki taleplere alan açan bir gazetecilik, savaşın nedenleri ve sonuçlarına ısrarla vurgu yaparak gerçeğe sahip çıkan bir gazetecilik mümkündür. Bazı dönemlerde saha daha fazla mayınlandığından bunu yapmak çok daha zorlaşıyor. Ama yine de bunu yapmanın bir yolu bulunabilir. Bu konuda zorlayıcı olmak gerekir. Bu arada şu noktanın da altını çizmek gerekiyor. Sahadan, doğrudan çatışma ortamından, hayati risk altında haber geçenlerin bu süreçteki çabaları, mesleki ölçülere bağlı kaldıkları oranda gerçeklerin aktarılmasına bağlı kalındığı oradan çok değerliydi. Ama bu maalesef çok sınırlı yapıldı. İhtiyaç duyulan gerçekler, ağır propaganda dili etrafında ezildi. Hangi taraftan yapılıyor olursa olsun, bu tutumun kendisi gazeteciliğe çok ciddi biçimde zarar veriyor. “Utanç verici bir yayıncılık yapıldı” -Son olarak Türkiye medyası “Barış Pınarı Harekâtı” sürerken nasıl bir sınav verdi? Fatih Polat: İktidar medyası daha önceki harekâtlara kıyasla level atlayarak tamamen bir savaş bültenine dönüştü. Barış dair söz söyleyenlere televizyon programlarında “Şerefsiz, hain, alçak” dendi ve görece normal sayılan zamanlarda, “diğerlerine kıyasla mesleki açıdan iyidir” diye düşündüğünüz sunucular, programcılar bu ithamlara seslerini bile çıkarmadılar. İktidar medyasının adeta bir şehvetle kullandığı savaş dile, bu dile mesafeli duran çok az sayıdaki habercilik mecrası üzerinde de bir harekâtı dönüştü adeta. Utanç verici bir yayıncılık yapıldı gazetecilik adına. Tarihe kalacak olanlar ise, kuşkusuz bu süreçte mesleki ilkelere bağlı bir gazetecilik yapmaya çalışanlar olacak. Durmuş: “Meslek örgütleri acil dayanışma hattı kurmalı” Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Başkanı Gökhan Durmuş, çatışma bölgesinde görev yapan gazetecilerin can güvenliğinin, kurumların zorunlu görevi olduğunun altını çizdi. Tehlikeli bölgelerde görev yapan gazeteciler için “acil dayanışma hattı” kurmanın meslek örgütlerine düştüğüne dikkat çeken Durmuş, şunları söyledi: “Çatışmalı veya savaş bölgelerinde çalışan gazeteciler için meslek örgütlerinden önce çalıştığı kurumun yapması zorunlu görevler vardır. Öncelikle böylesi bir bölgeye gönderilecek gazetecinin eğitilmesi gerekmektedir, güvenlik ekipmanlarının verilmesi gerekmektedir. Sendikalar ya da diğer meslek örgütlerinin belli periyotlarla gazetecilerin eğitime katkı sunması gerekir. Çatışmalı bölgelerde gazetecilik yapan meslektaşlarımız sorunlarının çözümü konusunda acil dayanışma hattı kurmak meslek örgütlerine düşmelidir.” YARIN: “GAZETECİLİĞİ ÖLDÜRDÜK MÜ?”