Ben böyle değildim. Dağıldım, sanki parçalara bölünüp savruldum.

Üstüme yıkılıyor kocamış Istıranca Dağları, yine de acılarım dinmiyor.

Çiçeğimin kokusu burnumda tütüyor, doyamıyorum.

Tam iki ay oldu, sanki dün gibi.

Hasretim her geçen dakika artıyor.

Ben kendi çiçeğimin mis kokusu yetip gitmesin diye, yıllarca bir demet gül alıp eve koymadım. Kendi çiçeğimin kokusu ile koyun koyuna dünyaya kendi tutkumu kanıtlıyordum.

İki aydan beri yok, ama o koku var ya o güzel koku, hala içimde hissediyorum.

Sonra açıyorum ağabeyim Mehmet Adem Solak’ın destansı dizelerini okuyorum:

ZEYNEP ÖYKÜM SOLAK›A

YAKILMIŞ TÜRKÜ..

Kayrak kayasında açan/ zemheri çiğdem gibi/ sabah yeliyle el ele/ günışığı salınırdın/ okuluna giden yolda/ serçe sekerdi sevincin/ güzelliğe/ çocukluğun duru/ halini katardın...

Sen ki bir dağ/ Pınarıydın, sessizliği çağıldayan/ sen ki, yüreğinden/ taşıp gülümseyen/ buğday benzi / Sen ki, şeker çocuklarla/ yaşamı kucaklayan/ sevgilerin biriciği/ Feleğe, yazgıya isyan/ Şairler söyleyip durur/ her ölüm erken ölümdür/ Masumane soru/ "Yaralamaz mı genç ölüm/ Tanrımızdaki onuru?"/ Kara toprak bile kanar/ Bu incecik bir zulümdür..

Destan böyle ama, ben yine de diyorum ki,

"Bu genç kız, TİP-1 Diyabetlilerin meleği,

Huzura kavuştu sanki,

Toprağa verilirken bile

Tebessüm etmesinden belliydi."

Aslında, 1980 Ocak ayında, gözlerini dünyaya açtığında da böyleydi.

Sanki her şeye aklı eren bir bebekti.

İlk nefesini alıp verdiği yer Edirne idi

Balkanların ilk durağı, atalarının yadigarı olan Vilayet idi.

Büyük Şairlerimizden Niyazi Akıncıoğlu’nun dediği gibi:

"Bir yerde görürsen ki/ ağır ve edalı akar/ dal, dal söğütler öperek/ üç ayrı koldan sular/ Müjdeler olsun efendim/ Edirne’desin.."

Benim çiçeğim, doğduğu yerin bu en güzel şiirini pek severdi:

"Hadi baba, patlat Niyazi amcanın Edirne şiirini de kulağımızın pası silinsin."

Gülüşürdük. Ve hiç kırmadan okurdum bu şiiri, son satırına kadar:

"Neden yarı eğilmiş suya dallar?/ Öyle ferman etmiş eden/ Söylemek kolay olsa eski türküsünü/ Edirne Köprüsü taştan/ Sen çıkardın beni baştan/ Ayırdın anamdan, hem kardaştan." Daha küçücük yaşlarında dinlettiğim Barış Manço’nun "Dağlar, Dağlar" şarkısına da o anda tutulmuştu. O kadar sevmişti ki, «Bir daha çal baba, bir daha lütfen" diye yalvarırdı.

Ben çiçeğimin yalvarmasına dayanamazdım ki, hemen çalardım. Bir daha, bir kere daha. Asker arkadaşım, Yusuf Ziya’nın Yedek Subay Okulu’ndan usumda kalan şiirini de severdi: "Seni bana verecekler emmim kızı, söz kesildi/ iş tamam/ Bir çift manda bağlayacaklar kapımıza/ Balçıklı tarlayı başlık verecek babam/

Seni bana verecekler emim kızı/ Düğün dernek kurulacak/ İş tamam/ Çocuklarımız olacak cıplak/ Bizi herkes tanıyacak."

Şiirin bu satırları aklımda kaldı. Bir daha ne görüşebildik,. ne tamamını öğrenebildim. Ama kızım çok sevdi, bu kadarı bile ona yetti.

Şimdi deli-dolu yürüyorum aynı sokaklarda. Ne tanıyanım kalmış, ne bilenim.

Bir tek çiçeğimin kokusu sinmiş Istıranca Dağları›na, rüzgar estikçe dolanıyor kollarıma.

Ve o çok sevdiğimiz Rumeli türküsüne sıra geldi:

"Maya dağdan kalkan kazlar/ Al topuklu beyaz kızlar/ Yarımın yüreği sızlar/ Dayanamam aldanamam/ Ben bu yerlerde duramam/ Vardar Ovası, Vardar Ovası/ Kazanamadım sıla parası." Acımı unutmaya çalışıyorum. Deli-dolu dolaşıyorum.

Özlüyorum, çok özlüyorum.

Ve kendi olanım için yakılan türküyü mırıldanıyorum:

"İki çıbık çattılar be Naciyem/ Arasından baktılar/ Anan zengin ister iken/ Bir kızana sattılar? Uzun burun dal fidan be Naciyem/ Sana nasıl kıydılar/"

Aklıma geleni söylüyorum.

Kah hatırladığım şiirlerden dizeler okuyorum.

Kah hüzünlenip türküler yakıyorum.

"Kaleden kaleye, şahin uçurdum.."

Sonrası nasıldı? Unuttum. Çünkü yine rüzgar esiyor, çiçeğimin o mis kokusu içime doluyor. Kocamış Istıranca Dağları bile dinmek bilmeyen acılarıma ortak oluyor. O da ne?

Yaz gelmedi ama, göğü kaplayan turna sürüleri maniler yakarak sulak yerlere koşuyor.

Belki de.. Dağılan parçalarımı bir araya toplamak için türküler çığırıyorlar. Neden olmasın?!