Salgın sürecinde medyanın durumunu konuştuğumuz akademisyen ve sendikacılar, kamu yararının göz ardı edilirken, reyting kaygısıyla “bilgi kirliliğinin” arttığını belirttiler. Salgının gazetecilerde sağlık riskini arttırdığı, çalışma düzeni açısından da güvencesizliği daha yerleşik hale getirdiği ve hak kaybına uğradığı vurgulandı

Barış Kop / İstanbul - Dünya genelinde etkili olan Covid-19 salgının Türkiye’de ilk vakası, 11 Mart 2020’de görüldü. Virüse bağlı ilk ölüm ise 15 Mart’ta gerçekleşti. Salgınla birlikte tüm dünyada derinleşen ekonomik krizlere, ülkelerdeki politik, toplumsal ve ekolojik krizler de eklendi. Türkiye’de salgın sürecinde yaşananlar, alınan veya alınamayan tedbirler ile sürece yönelik yapılan eleştiriler, medyada farklı şekillerde ele alındı ve haberleştirildi. Medyadaki sahiplik yapısının yıllar içindeki değişimi ve dönüşümüne buna bağlı olarak yaşananları, karşılaşılan olumsuz gazetecilik pratiklerini, mesleğe duyulan güveni, işsiz gazetecileri, mafya ve siyasetle kirli ilişkileri ortaya çıkan gazetecilerin durumunu akademisyenler Emre Tansu Keten ve Dr. Vahdet Mesut Ayan ile DİSK Basın-İş Genel Sekreteri Özge Yurttaş ile konuştuk. “Bilgi kirliliği ile reytingler, el ele büyüdü” Covid-19 salgınında, Türkiye medyasının durumuna ilişkin konuşan Emre Tansu Keten; şu açıklamalarda bulundu: “Salgın sürecinde medyanın büyük bir kısmı bir yandan reyting kaygısının peşinden giderken, diğer yandan da iktidarın propaganda aracı olarak işlev görmeye devam etti. Bilim dışı tespit ve tavsiyeleriyle bilinen, bilim insanlığından çok gösteri yetenekleriyle öne çıkan doktorlar, salgının henüz başlarında neredeyse bütün televizyon kanallarına davet edildi. Bilgi kirliliği ile bu kanalların reytingleri, el ele büyüdü diyebiliriz. Salgın ciddi bir boyuta taşındıktan sonra ise iktidarın, bilgi tekelini elinde tutma çabası öne çıktı. Sağlık gibi bir alanda söz söylemenin de avantajıyla iktidar kendisini hakikatin tek kaynağı olarak sunmaya çalışırken, kendisi dışındaki bilgi kaynaklarını neredeyse kriminalize etti. Yalan haber etiketiyle yürütülen bu ahlaki panik operasyonu, aslında iktidarın diğer alanlardaki bilgi tekeli olma iddiasına da hizmet etti. İktidarın buradaki amacı, hem kendi sağlık politikalarını eleştirilemez kılmak, hem de muhalefetin meşruluğunu zedelemekti.” Keten, açıklamalarını şöyle tamamladı: “İktidarın, bilgi tekelini elinde tutma çabasını, Türkiye’nin salgınla mücadelede en başarılı ülkelerden birisi olduğu kurgusunun piyasaya sürülmesi izledi. İletişim Başkanlığı tarafından kurgulanan bu propaganda faaliyetine ciddi bir kaynak harcandığı söylenebilir. AKP medyası ve AKP tarafından kontrol edilen medya, bütün bu süreçlerde iktidarın bu iletişim stratejisinin parçası, hatta emir eri olarak işlev gördü. Genel olarak bakıldığında medyanın büyük kısmı, halkın ihtiyacı olan haberleri üretmek yerine iktidarın ihtiyacı olan propagandaları aktarma görevini yerine getirdi. Bunun yanı sıra, muhalif olarak tanımlanabilecek medya kurumları, ellerinden geldiğince salgınla mücadelede yaşanan eksikleri ya da hataları haberleştirmeye çalıştı. Ancak burada da, imkânların kısıtlılığıyla koşut bir şekilde, sağlık muhabirlerine duyulan ihtiyaç kendini hissettirdi diyebiliriz. Alanında kendisini yetiştirmiş, işin teknik yanına hâkim sağlık muhabirleriyle çok daha iyi bir habercilik gerçekleştirilebilecekken, bu medya kurumlarının haberciliği de beklentiyi tam olarak karşılayamadı. Bunu söylerken, iktidar baskısı altında gazetecilik yapmaya çalışan bu kurumların yaşadıkları zorlukları unutmamak gerekiyor.” Artan masraflar, esnek, belirsiz mesai saatleri, güvencesizlik… Salgın sürecinde gazetecilerin hak kayıplarına ilişkin DİSK Basın-İş Genel Sekreteri Özge Yurttaş, şu değerlendirmeyi yaptı: “Salgın süreci tüm dünyadaki emekçiler gibi gazetecilerin de çalışma koşullarını, birçok bakımdan etkiledi. Sahada çalışan muhabirler salgın boyunca çalışmaya devam etmek zorunda kalan tüm emekçiler gibi hastalık ve bulaşı ihtimali karşısında yoğun risk altında çalıştı. Maske, dezenfektan gibi ihtiyaçların işverenler tarafından karşılanması sağlansa da mesafe ve diğer önlemler açısından gerekli koşulların sağlanmasının birçok kurumda mümkün olmadığını gördük. Sürekli sahada farklı insanlarla temas halinde çalışmak zorunda olmak, gazetecileri risk altında bıraktı. Salgın boyunca internet medyası başta olmak üzere farklı mecralarda çalışan birçok gazeteci de evden çalışma düzenine geçerek yeni sorun ve sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. Yemek, evde artan ısınma, enerji ve iletişim masrafları konusunda ek bir destek alamadıkları gibi mesai saatlerinin esnemesi ve sınırlarının genişlemesi, belirsizleşmesi gibi sorunlar yaşanmaya başladı. Bu çalışma düzeninin sektörde kalıcı hale gelmesi ihtimali, gazetecilerin daha esnekleşmiş çalışma koşullarına ve daha güvencesiz çalışmaya açık hale gelmesi anlamına gelecek. Bu bakımdan salgının sağlık açısından riskleri arttırdığı, çalışma düzeni açısındansa güvencesizliği daha yerleşik hale getirdiğini söyleyebiliriz.” Neoliberal politikalar, medyada kamu yararının yerini kâr anlayışı aldı 1980 askeri darbesi sonrası hayata geçirilen neoliberal politikaların etkisine dikkat çeken Dr. Vahdet Mesut Ayan ise, şu saptamalarda bulundu: “Özellikle 1980 sonrası uygulamaya konan ekonomi politikaları, sağlık, eğitim, ulaşım gibi alanları nasıl değiştirip dönüştürdüyse medyayı da öyle değiştirdi. Sıraladığım her alanda kamu yararı geri plana itilirken kâr anlayışı ve isteği ön plana çıktı. Medyanın hem sahiplik yapısı hem de medya çıktıları dediğimiz haber, TV programları gibi birçok unsurda kamu yararı göz ardı edilir oldu. Neoliberalizm beraberinde, kuralsızlaştırmayı da getirdiği için medya alanı sermaye açısından denetlenemez bir hale geldi. Başka alanlarda yatırımı olan birçok patron hem medyadan kâr elde etmek hem de elindeki ideolojik aygıtla siyasal iktidarları tehdit edebilme imkânına kavuştu. Tabii iktidar yanlısı yayın yaparak kamu ihalelerinden pay almak ve bu yolla sermaye birikimlerine katkı sunmak da yine bu patronların medya alanlarına girmesinin temel nedenleriydi.” Neoliberalizmin ekonomik yanı kadar ideolojik yanının da olduğuna da değinen Dr. Ayan, değerlendirmesini şöyle sürdürdü: “1980 sonrası ‘köşe yazarlığı’ kisvesi altında gazetelere doluşan, TV’lerde programlara katılan liberal ideologlar türedi. Bu ‘yazarların’ amacı, neoliberalizmi söylemleriyle yeniden üretmekti. Neredeyse her gün liberal politikaların, özelleştirmelerin, yine liberal iktidarların yüceltildiği görüşleri ‘köşe yazarlarından’ takip edebiliyorduk. Haber metinleri de, topluma kısa yoldan zengin olmayı, köşeyi dönmeyi vadeden bir içeriğe bürünmüştü. Haberler daha çok sansasyon ve magazin ağırlıklı bir biçimde oluşturuluyordu. Tabii burada kamu yararını güden habercilikten bahsetmek olanaksızdı. Kısaca açıkladığım bu gelişmeler, 1980 sonrası medyanın hem kurumsal yapısının hem de metinlerinin içeriğinin ciddi anlamda değiştiğini göstermektedir.” “Süreç, gazetecileri örgütsüzlüğe itti” Gazetecilerin iyiden iyiye proleterleştiğinin altını çizen Ayan, “Neoliberalizmin gazeteciliğe bir etkisi buysa diğeri de gazetecilerin örgütsüzlüğe itilmesiydi. Aslında 1980 sonrası işçi sınıfına uygulanan tüm politikaların burada da gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Esnek çalışma, iş güvencesinin olmaması gibi faktörler gazetecileri ciddi anlamda proleterleştirmiştir” dedi. “Medyaya ve gazetecilere güvenin azalmasına şaşırmamak lazım” diyen Ayan, konuşmasına şöyle devam etti: “Biraz da yukarıda anlattığım nedenlerden ötürü zaten Türkiye’de merkez medyada gazetecilik yapmak olanaksız. Bizim her gün TV’lerde gördüğümüz gazetecilerin büyük kısmının iktidarla yakın ilişkisi var. Hatta öyle ki, iktidar koalisyonun da yaşanan en küçük bir değişiklik ekranlara ve gazetelere doğrudan yansıyor. Yapı bu hale geldiğinde orada gazeteci de kalmıyor. İşte Veyis Ateş, bunun en açık örneği. İşin ilginç yanı, medya çalışanları ve patronlarıyla iktidarın ve suç örgütlerinin ilişkilerinin zaten biliniyor olmasıydı. Sedat Peker, içeriden biri olarak somut olarak bunları topluma gösterdi. Bu kişilerin yaptıklarının gazetecilik olduğunu da pek tabii düşünmüyorum. Kendi çıkarlarına ve çıkar ilişkilerine göre pozisyon alan insanlardan bahsediyoruz en nihayetinde.” Ayan, medya şirketleriyle ilgili olarak da şunları söyleyerek değerlendirmesini bitirdi: “Demirören Grubu’nun, Doğan Holding’in medya kuruluşlarını nasıl satın aldığını biliyoruz. Kamu bankaları Demirören’e iki yıl geri ödemesiz kredi verdi. O para, geri ödendi mi hâlâ haberimiz yok. Sonra bu satışla birlikte Demirören’in aldığı birçok kamu ihalesi var. Tamamen kamunun yağmalanması aslında bu süreç. Bu kuruluşlardan, kuruluşlarda çalışanlardan gazetecilik bekleyebilir miyiz? Patronundan editörüne kadar belirli çıkarlara odaklanmış bir yapıdan söz ediyoruz. Bu şartlarda halk neden güven duysun medyaya ve gazetecilere? Hem niteliğini hem de toplum gözünde değerini yitiren bir meslek gazetecilik Türkiye’de.”
Editör: Ahmet Ertüm