Sanatçı Seda Gazioğlu, 23–25 Mayıs 2025 tarihleri arasında Ankara’daki Müze Evliyagil’de gerçekleşen yeni sergisi “Menüde Ben Yokum” ile izleyiciyi çarpıcı bir yüzleşmeye davet ediyor.

Gazioğlu’nun son yerleştirme serisi, sofrayı bir empati sınavına dönüştürüyor. Geleneksel olarak birlikteliği, paylaşımı ve toplumsal bağları temsil eden sofra, burada ters yüz ediliyor; türcülük, görünmez şiddet ve tüketim alışkanlıklarımızın etik boyutu gözler önüne seriliyor.

Menüde Ben Yokum2

Yerleştirmelerinde paslanmaz çelik, antik halılar, işlemeli kumaşlar ve aynalar gibi zıtlıklar barındıran malzemeleri bir araya getiren Gazioğlu, disiplinlerarası üslubunu bu sergide de devam ediyor. Mistisizm ve ritüel kavramlarını gündelik hayatın görünmez yapılarıyla bir araya getiren sanatçı, günlük hayattaki tüketim alışkanlıklarımızı düşünmeye davet ediyor.

Her bir eser, görünmeyeni görünür kılmayı amaçlayan etik bir sorgulama alanı oluşturuyor. Bazı yaşamlar toplum tarafından değerli görülüp korunurken, bazıları yalnızca tüketim nesnesine indirgeniyor.

Seda Gazioğlu1

“Menüde Ben Yokum”, türcülüğün ve sistematik ayrımcılığın gündelik yaşamda nasıl görünmez kılındığını sorgulayan bir sergi. Sofra bu kez bir yemek değil, bir vicdan muhasebesi sunuyor. Gazioğlu’nun eserleri, izleyiciyi sadece sanatla değil, kendi değerleriyle de yüzleşmeye zorluyor.

Türkiye ve dünyada farklı kentlerde de sergilenmesi planlanan sergiyi Seda Gazioğlu, 24 Saat’e anlattı.

5'inci Sinemada Film Festivali, Büyükada, Heybeliada ve Paşabahçe vapurunda
5'inci Sinemada Film Festivali, Büyükada, Heybeliada ve Paşabahçe vapurunda
İçeriği Görüntüle

“Menüde Ben Yokum” oldukça çarpıcı bir başlık. Bu ismi nasıl belirlediniz ve serginin temel fikriyle nasıl bir bağ kuruyor?

Bu ismin taşıdığı çarpıcılık, zaten tam olarak peşinde olduğum şeydi: Empatiden bilinçli biçimde uzak tutulduğumuz bir konuya, bir anda ve doğrudan empati kurmamızı sağlamak. Hayatın hiyerarşik bir menü gibi sunulduğu bir düzende, kimlerin “baş köşede”, kimlerin “tabağın içinde” olduğuna yeniden bakmak gerekiyordu. Başlık, bu düzenin dışına çıkan bir ses gibi düşünülebilir—düşünülmeyeni görünür kılmaya çalışan bir itiraz.

Sergi, sofrayı paylaşım değil yüzleşme alanı olarak yeniden kurguluyor. Bu dönüşüm fikri nasıl ortaya çıktı?

Sofra, kültürümüzde çoğunlukla sıcak, koruyucu ve birleştirici bir alan olarak tanımlanır. Ama bu birliktelik, bazen görünmeyen bir ayrımcılığı da beraberinde taşır. Aynı masa etrafında oturanlar “bizden” sayılırken, sofraya konanlar “öteki” hâline gelir. Bu sergi, o görünmeyen ayrımı görünür kılmak istiyor. Sofrayı, bir kutlama alanı değil; bir aynaya dönüştürerek, hem bireysel hem toplumsal vicdanı harekete geçiren bir yüzleşme alanı olarak kurdum. O masada yemek yok ama hikâye var. Ve bu hikâyeler, genellikle anlatılmayanlara ait.

Menüde Ben Yokum3

Türcülük kavramı serginin merkezinde yer alıyor. Bu konuya eğilmenize ne sebep oldu? Bir kırılma anınız var mıydı?

Bu serginin fikri çocukluğuma kadar uzanıyor. Küçükken çiftlikte bir tavukla oyun oynarken yaşadığım bağla, aynı akşam o hayvanın yemek olarak sofraya geldiği an arasında zihnimde köprü kuramadım. Çünkü bu çelişkiyi sorgulamak öğretilmemişti. Zamanla bu bastırılmış farkındalık içimde büyüdü. Hayvanlara duyduğum sevginin, onları tükettiğim bir düzende anlamını yitirdiğini fark ettiğimde, hem düşünsel hem etik bir dönüşüm yaşadım. Bugün vegan olmak, benim için bir tepki değil; daha çok bir denge arayışı. Yaşarken yaşatmak, sadece hayvanlara değil, tüm varoluşlara saygı duyan bir yaşam biçimi.

“Bazı yaşamlar sadece bir tabak olarak algılanıyor” diyorsunuz. Bu fikri eserlerinizde nasıl somutlaştırdınız?

Antik tabaklar üzerine yenen hayvanların, kaşıklar üzerine ise onları yiyen insanların portrelerini yaptım. Hayvanların her biri mimikleriyle bir yaşam hikâyesi anlatıyor. Yüzlerine dikkatli bakıldığında aslında sofraya konmadan önce var olan duygularına tanıklık ediliyor.

Antik tabaklar, avize taşları... Bu malzemeleri seçerken nelere dikkat ettiniz?

İkinci el tabaklar, geçmişten bugüne sessizce aktarılan şiddetin simgesi. Sofranın zamansızlığını ve bu döngünün sürekliliğini taşıyorlar. Avize taşlarının her birine göz çizdim. Çünkü “süs” olarak görülen bu taşları, evrenin bizi izlediğini hatırlatan uyarı işaretlerine dönüştürmek istedim. Onları tavandan değil, sofranın üzerine yağmur gibi astım. Bu, doğanın artık görünür hale gelen gözyaşlarını simgeliyor. Pandemiden amazon yangınlarına, küresel ısınmadan su krizlerine kadar birçok felaketin ana tetikleyicisi hayvan tüketimi. Bu döngüyü görünür kılmak istedim.

Menüde Ben Yokum1

Sergideki mistik atmosfer ve ritüeller türcülükle nasıl ilişkileniyor?

Ritüeller, anlamdan koparıldığında sadece tekrar eden alışkanlıklara dönüşür. Bu da onları sorgulanmaz hâle getirir. Sofra da böyle bir ritüel. Her gün yeniden kurulan ama neyin, nasıl ve neden orada olduğu üzerine düşünülmeyen bir alan. Sergideki mekânsal kurgu—loş ışık, ağır metaller, sessizlik—bu ritüelin

hem kutsallığını hem de yarattığı körlüğü aynı anda taşıyor. Bu atmosfer, mistik olmaktan çok bilinç uyandırıcı olmayı hedefliyor. Çünkü bazen bir şeyi farklı bir ışıkta görmek, onu ilk kez görmekle eşdeğerdir.

Sizce empati günümüzde nasıl bir dönüşüm yaşıyor?

Empati, artık salt bir duygusal refleks olmaktan çıktı; düşünsel ve etik bir pozisyon alma hâline geldi. Günümüzde iyi niyet yetmiyor; tutarlılık arayışı gerekiyor. Hayvanları sevdiğini söyleyen biri aynı zamanda onları yemeye devam ediyorsa burada bir boşluk doğuyor. Bu çelişkiler hepimizde var, bende de vardı. Önemli olan bu çelişkileri savunmak değil, onlarla yüzleşebilmek. Empati, ancak davranışa dönüştüğünde gerçek bir karşılık buluyor. Ve bu dönüşüm, kimseye yukarıdan bakan bir dille değil; birlikte sorgulayarak sağlanabilir.

Menüde Ne Var1

“Görmek, sorumluluk almaktır” diyorsunuz. İzleyiciden nasıl bir dönüşüm beklersiniz?

Benim beklentim bir karar dayatmak değil; bir farkındalık alanı açmak. Sergi, izleyicinin düşünceleriyle eylemleri arasında bir köprü kurmasını hedefliyor. Ne hissettiğimiz kadar, ne yaptığımız da önemli. Bu bir suçlama değil—bir durup bakma, düşünme ve belki yeni bir yol seçme daveti.

Türkiye’de bu konuda sanat üretmenin zorlukları neler?

Sanatın eleştirel bir dili vardır; doğası gereği konforu bozmakla ilgilenir. Ama toplumun bazı konularda hâlâ konuşmaya hazır olmaması, sanatçının karşısına duvarlar çıkarabiliyor. Özellikle hayvan hakları, çevre politikaları ya da türcülük gibi konular, genellikle marjinal görülüyor. Ama bu sınırların nerede başladığını ve kim tarafından çizildiğini sormak, sanatın alanıdır. Ben bu alanı genişletmeye çalışıyorum. Tepki almak da bu çabanın doğal bir parçası. Önemli olan, diyaloğu koparmamak.

Muhabir: Ahmet Çağatay Bayraktar