“Bir takım nasıl ak ile kara gibi birbirine taban tabana zıt iki ayrı futbol sergileyebilir?” Bu soru haftalardır Ankaragücü’nün gündemdeydi. Fenerbahçe’ye sahayı dar eden ve 3-0 mağlup eden takımın, Kayserispor, İstanbulspor ve Samsunspor maçlarında yokları oynaması akıl alacak gibi değildi. “Arkasında bilmediğimiz şeyler olmalı” diyordum sürekli.
O bilmediğimiz mevzunun “tamamen duygusal” olduğu ortaya çıktı. Yönetim “Maddi sıkıntı yok. Ödemeler sadece bir ay geriden yapılıyor” deniliyordu ama bunun futbolcular üzerindeki algısının farklı olduğu aşikar. Neticede futbolcular da hayrına oynamıyor, hepsi ekmeğinin derdinde. Sezon sonu yaklaştıkça “Acaba param içeride mi kalacak?” endişesi belli ki oyuncuları ya sahaya odaklanmaktan uzaklaştırıyor ya da kötü oynamaya itiyor.  
Diyeceksiniz ki, “Futbolcuların bir yılda kazandığı parayı, biz ömrümüz boyunca çalışsak kazanamıyoruz.” O da kaderin bizlere bir oyunu. Bu tabloyu da futbolla yatıp futbolla kalkan millet olmaya borçluyuz. Kamera karşısında, sosyal medyada, sonunun nereye varabileceğini kestirmeden atıp tutanlara, ahkam kesenlere, tribünlere gaz verenlere ve gaza gelmemize borçluyuz. Şiddet eylemlerinde bulananları “kahraman” ilan eden anlayışa borçluyuz. Trabzonspor – Fenerbahçe maçı sırasında ve sonrasında yaşananlar, futbolu yaşarken nasıl insanlıktan çıkabildiğimizin en açık örneği. Tek örnek de değil. Sadece en yeni örnek.
Endüstriyel futbolun bizi getirdiği nokta maalesef bu. Cumartesi günü Eryaman Stadyumu’nda hakemin ilk düdüğü çalmasını beklerken, “Acaba bir takım küme düştüğünde, futbolcusundan teknik adamına kaçı gerçekten üzülür?” diye düşündüm, kara kara. İş o noktaya gelse, “düşüren” sıfatını CV’sine yazdırmak istemeyenler bir yolunu bulur, gemiyi erkenden terk eder. Son maça kadar devam edenlerin önemli bölümü ise bir gece, bilemedin üç gün dertlenir, sonra bavulunu toplayıp 5 yıldızlı tatilin yolunu tutar. Çünkü artık bu futbol düzeninde “aidiyet” anlayışına yer yok. Kime sorsan, “profesyonel”.