1920’lerden 1960’lara Ankara’da edebiyat mekânları
SULTAN YAVUZ ÖZİNANIR (ANKARA) - Ankara... İzleri Frigler’de sürülen, Büyük Roma İmparatorluğu’nun askeri garnizonluğunu yapmış, Selçuklu’dan Osmanlı’ya kâh altın çağını yaşamış, kâh “daha az önem” taşımış ve nihayet Cumhuriyet’in kenti olmuş genç ve bir o kadar da yaşlı kent. Ankara’ya dair konuşulacak çok şey var elbet ve bunlardan birisi de, Ankara’yı “Ankara” yapan kültürel ve sanatsal tarihi... 1920’lerle canlanmaya başlayan Ankara kültür-edebiyat dünyası, 1960’lara kadar altın çağını yaşamış, kültür, sanat ve fikir insanları hem kendi kişilikleriyle hem de buluştukları mekanlarla şehre kimlik kazandırmış. Ankara’nın bu özel tarihini, özellikle Ankara ve kent çalışmalarıyla tanınan Turan Tanyer ile konuştuk ve bu tarihin parlak sayfalarına bir kez de biz not düşelim istedik... Söyleşimizin ilk bölümü, kahvehaneler, Taş Mektep ve Hasan Ali Yücel dönemini kapsıyor. Tarihi hayli eskilere dayanan Ankara, aynı zamanda Cumhuriyet’in de genç kenti olma özelliğini hâlâ taşıyor. Ankara’yı okumanın çoklu tarihi içinde, özellikle 1920’ler ile 1960’ların “altın çağ” olarak anılabilecek kültürel hayatının içinde bir yolculuğa çıkmak, o yılların görkemini ve Ankara’sını anlamak, bir kent kültürü bilincinin taşınması açısından da kayda değer veriler sunuyor. Bu bilgileri, yıllarca mikro tarih anlayışı içinde biriktiren ve bizimle paylaşan Turan Tanyer, söz konusu verilere hem yılların titiz çalışmasıyla hem de kendi tanıklıklarıyla ulaşmış. Asıl alanı hukuk olan, öğrencilik yıllarında gazetecilik yapan ve pek çok çalışması bulunan Tanyer, gençliğinde Atilla İlhan’ın ofisinde Sevgi Soysal ve Adalet Ağaoğlu gibi yazarlarla sohbet etme imkânı bulurken, babasının arkadaşı olan Ahmet Muhip Dıranas’ın sözlerine de kulak kabartmış. Ahmed Arif’i tanıma fırsatı olmuş ve “son dönemine yetiştim” dediği Ankara’nın o dolu dolu kültür sanat yaşamını koklayabilmiş. İş yoğunluğu nedeniyle uzak kaldığı bu alanların tadına, emekliliğinden sonra yeniden varmış ve ortaya birbirinden ilginç ve keyifli bilgilerin toplandığı renkli bir havuz çıkmış. Memuriyetten sonra “geçmiş zamanlardaki bir takım kayıplarını telafi etme kaygısı içinde” okumaya, yazmaya ve üretmeye başlayan Tanyer, özellikle 1980’li yılların sonundan itibaren kent araştırmalarına yönelmiş. “Her şeyden önce insan yaşadığı kenti merak etmeli” diyen Tanyer, Türkiye’de büyük bir hafıza-kültür boşalması olduğunu ve bunun da en çok kentlerde görüldüğünü belirtiyor. Kişilerin kendi ailesine, dedesine dair bile bilgi ya da fotoğrafı olmadığını kaydeden Tanyer, “alt tarihe “yönelik araştırmalar içine girmiş. Kaybolan mesleklerden, mekânlara ve apartman yaşamına kadar bu kayıp hafızanın peşine düşen Tanyer, kentin sosyal tarihine dair yatay hikayelerin izini sürmeyi seçmiş. Klasik tarih anlayışı içindeki “belge ve arşiv” kaynaklarının tek başına yeterli olmadığını vurgulayan Tanyer, bu kaynakların ruhu olmadığı için, yaşanmış olanları yeteri kadar anlatamayacağı görüşünde... Ona göre “Bir tarihçinin kaynak seçme ve israf etme hakkı yok. Sözlüden yazılıya kadar, her türlü bilgiye ulaşılması gerektiğinin altını çiziyor. Buradan hareketle de insanların tanıklıkları, eski fotoğraflar, kartpostallar, yemek menüleri, o dönemin gazete haberleri, köşe yazıları, mevcut arşiv belgesinin nasıl bir kalemle, nasıl ve nerede üretilmiş bir kağıt üstüne yazıldığı gibi her türden bilgiye ulaşmayı düstur bellemiş. [caption id="attachment_93224" align="aligncenter" width="478"]Garip Akımı ve İkinci Yeni Ankara’dan çıktı Edebiyatımıza yön veren iki büyük akım olan Garip Akımı’nın ve İkinci Yeni’nin Ankara kaynaklı olduğunu söyleyen Tanyer, bu akımlar içindeki tüm önemli fügürlerin de Ankara’daki gazetelerden gelen kişiler olduğunu belirtiyor. Tanyer, “İkinci Yeni adını bulan kişi, Ulus Gazetesi’nin matbaa müdürlüğünü yapan Muzaffer Erdost’tur. Pazar Postası dergisinde o zamanlar sanat sayfasını oluşturur ve bu şiire‘İkinci Yeni’ der ve o güne kadar alışık olmadığımız bir şiir anlayışına geçilir. Ece Ayhan’dan tutunuz, Cemal Süreya’ya, Turgut Uyar’a kadar herkes zaten Ankara’da yaşamaktadır ve çoğu memurdur. Bu kişilerin toplandığı o büyük akım Ankara’dan çıkmadır. Bunu yaratan İstanbul değildir ve bunu bir Ankara güzellemesi olarak yapmıyorum. Demek istediğim, Cumhuriyet’le birlikte Ankara’nın aynı zamanda bir siyasi şehir olarak değil, bir kültür şehri olarak doğmasıdır. Bu çok önemli bir şey, okullarıyla, buluşma noktalarıyla, dergileriyle, gazeteleriyle tam bir altın dönem…” diyor. Ahmet Muhip Dıranas’ın şairliğe adımı Ankara Erkek Lisesi’nin o yıllardaki Türkçe öğretmeni olan Faruk Nafiz Çamlıbel’in öğrencileri arasında Ahmet Muhip Dıranas da vardır. Arkadaşları, şiir yazdığını öğrenince hocaya göstermesini söylerler. Dıranas’ın şiirlerini okuyan ve dönem içinde “şiir ilahı” olarak bilinen Çamlıbel “Sen derslerine çalış” diyerek, genç şairin moralini bozar. Arkadaşlarının,“Bir de Ahmet Hamdi Hoca’ya götür” demeleri üzerine, Tanpınar’a şiirlerini gösteren Dıranas’a hocasından güzel bir destek gelir. Ahmet Hamdi, “Çok güzel oğlum, devam et” dedikten sonra, Dıranas’a okuması için bir de kitap verir. Kitap, Baudelaire’nin“Kırk Kötülük Çiçeği”dir fakat Fransızca’dır. İşte Dıranas, o gece Fransızca öğrenmeye başladığını anlatacaktır. Tanyer, “İşte böyle öğretmenler ve böyle öğrenciler var. Tabii Ahmet Hamdi’nin öğrencileri arasında Oktay Rıfat, onlardan bir sınıf küçük Melih Cevdet Anday var ama Melih Cevdet Gazi Lisesi mezunudur, son sınıfı orada okumuştur. Orhan Veli ile Oktay Rıfat’ın ikiz mekteplerde başlayan ve sonra Taş Mektep’in lise yaşamında süren birlikteliklerinde, Oktay Rıfat’‘Teneffsüleri feda etmeyelim Orhan, şiir okuyalım, şiir yazalım’ dermiş” diye belirtiyor. 1939 yılı; Hasan Ali Yücel 1939 yılının çok önemli olduğunu kaydeden Tanyer, bu tarihten 1946 yılına kadar Maarif Vekili olan Hasan Ali Yücel’in, Ankara’nın ve Cumhuriyet’in kültür yaşamı için çok önemli bir karakter olduğunu vurguluyor. Tanyer şöyle anlatıyor, “Hasan Ali Bey, rejimi güçlendirme bakımından, Ankara’yı bir adım öteye taşımıştır. Edebiyatçısını, ressamını, heykeltıraşını da Ankara’ya çekerek başarmıştır bunu. Tüm o zamanki sanat hareketlerinin içine bakacak olursanız, böyle bir süreci ne ondan önce gördük ne de ondan sonra.... Posta Caddesi’nde -şimdi hâlâ yerinde durur- Yüzbaşıoğlu Hanı vardır, 1939 yılında yapılmıştır ve maarif vekaleti, ilk bina olarak kiralamıştır. Onun giriş katındaki Neşriyat Müdürlüğü’nde, Milli Kütüphane’nin temeli atılmıştır. Bir üst kata çıktığınızda orada ‘tercüme bürosu’ vardır ve o büroda Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç ve daha pek çok insan vardır. Melih Cevdet orada çalışır, hatta Orhan Veli’ye bile orada bir iş bulmuşlardır ama kadrosounda fiş memurluğu gözükür, başka kadro bulamamışlardır. Üst kat da talim terbiye kuruludur. Hasan Ali Bey’in dönemi,edebiyatçının, sanatçının yoğun bir şekilde her geçen gün artan bir çalışma temposuyla yaşamımızı zenginleştirdiği bir döneme işaret ediyor. Tercüme bürosu da bunun âdeta kaptan köşkü olmuş ve onun süvarisi de Hasan Ali Bey olmuştur. 1946 yılına kadar da böyle sürer ama sonra siyasi değişimler, o büronun işlevini yitirmesine yol açar. 1940’lı yılların en büyük zenginliklerinden biri Ankara Erkek Lisesi, diğeri de Yüzbaşıoğlu Aparmanı’dır.” Edebiyatçıların kahvehane buluşmaları, ilerleyen yıllar içinde Ankara’nın pastaneleriyle, kitabevleriyle, lokanta ve meyhaneleriyle devam edecek ve nihayet Yenişehir’in ardından, edebiyat salonları ve çalıştıkları ofisler ile devam edecektir...