Beden, zihin ve ruh sağlığına olumlu yönde katkıda bulunmak için ortaya çıkan “meditasyon, “kişisel gelişim” ve “şifa çalışmaları” gibi kavramlar, popüler kültürün etkisiyle bağlamından koparak değişime uğruyor. Bu kavramların içini doldurmaya çalışanlardan biri olan Yazar ve Eğitmen Ünal Güner, Zen Felsefesi ve Kültürü, Uzakdoğu Tıbbı gibi konular üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. Türkiye’de yerel (ata) tohum yetiştirme, yerli cins kümes hayvanları ve doğal köy yumurtası üretme, paylaşma gibi bugünün ve yarının ihtiyaçları öngörülerek geliştirilmiş projelerle farkındalık yaratmayı amaçlayan İbn-i Sina Kadim Şifa Vakfı’nın da kurucusu olan Güner’le “Kader”, “Dinler”, “Kelimelerin Gücü” gibi başlıklar üzerine konuştuk.

Veteriner Hekimler Derneği Başkanı Ertürk: Ötanazi kötüye kullanılabilir, çare kısırlaştırma Veteriner Hekimler Derneği Başkanı Ertürk: Ötanazi kötüye kullanılabilir, çare kısırlaştırma

CEMRE POLAT/ANKARA- Meditasyon, kişisel gelişim ve şifa çalışmaları birçok insan için beden, zihin ve ruh sağlığını olumlu yönde etkileyen güçlü araçlar olarak kabul ediliyor. İnsanların içsel huzur bulmalarına, stresi azaltmalarına ve zihinsel odaklarını artırmalarına yardımcı olmak; daha mutlu, tatmin olmuş ve başarılı bir yaşam sürmelerine katkıda bulunmak için ortaya çıkan bu kavramlar, popüler kültür içinde gün geçtikçe değişiyor. Hızla değişen yaşam pratikleri içinde izlenecek bir yol arayan insanlar, farklı yöntemlere başvuruyor.  
Beden, zihin ve ruhun uyum içinde çalışmasını hedefleyen şifa çalışmaları, enerji dengelemesi, içsel iyileşme ve hastalıkların önlenmesi veya iyileştirilmesi amacıyla yapılan çeşitli yöntemleri içeriyor. Yoga, reiki, akupunktur ve benzeri teknikler, şifa süreçlerine destek olmak amacıyla kullanılmaya devam ediliyor. Ancak insanların içinde bulundukları olumsuz şartlarda izleyecekleri bir yol aradığı dönemde, bu kavramları kendi lehlerine çeviren “Şifacılar” ve “Danışmanlar”ın sayısı çoğalmaya devam ediyor. 
İbn-i Sina Kadim Şifa Vakfı kurucusu Ünal Güner, topluma barışı ve sadeliği öğütlüyor. Nefes ile öğrenme tekniklerini birleştirerek dil eğitim merkezlerinde gevşeme, odaklanma ve sofroloji (Yoga'dan esinlenen bedensel ve zihinsel sorunları atlatmaya yardımcı bir gevşeme tekniği) eğitimleri veren Güner, fizyoterapistlere, farklı spor alanlarındaki eğitmenlere dersler verdiğini ve Hava Harp Okulu’nda savaş, beden eğitimi ve judo eğitimleri verdiğini de aktarıyor.
İbn-i Sina Kadim Şifa Vakfı ise Türkiye’de ata tohumu üretimi ve paylaşımı, yerli cins kümes hayvanları ve doğal köy yumurtası üretme, paylaşma gibi yarının ihtiyaçları öngörülerek geliştirilmiş projelerle farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Güner, vakıftan “Beden, zihin ve ruh sağlığını destekleyen bütünsel bir eğitim anlayışını benimsemeye çalışıyoruz. Aynı zamanda doğaya saygılı, çevre bilincine sahip bireyler yetiştirmek amacıyla çeşitli çevre projelerine de katkıda bulunuyoruz. Bu projelerle insanlara sadece bilgi değil, aynı zamanda sağlıklı düşünce ve davranış kalıpları kazandırmaya çalışıyoruz.
Geleneksel ve tamamlayıcı tıp alanında geleneklerin ve geçmişin bilgeliklerini günümüze hatırlatıp uyarlarken bunların bir kısmını da modern hayat ve teknolojiler ile halkın beden ve ruhsal sağlığı için uyumlamak ve kullanılabilir hale getirmek istiyoruz” diye bahsediyor. 
Güner’le kitaplarına konu olan “Kader”, “Dinler”, “Kelimelerin Gücü”, “Hayatın Matematiği” gibi başlıklar üzerine konuştuk.
Kişisel gelişim alanında çalışan danışmanların veya eğitmenlerin genellikle popüler kültüre hizmet ettiği görülüyor, bundan faydalanıyorlar. Siz ne üzerine çalışıyorsunuz, topluma nasıl bir mesaj vermek istiyorsunuz?
“KARŞIMIZDAKİNE VERDİĞİMİZİ KÂİNAT BİZE GERİ UZATIYOR”
Ü.G. Her birimiz dünyada büyüme içindeyiz, dünyadan güzel şeyler almak istiyoruz, fayda almak istiyoruz fakat işin sihri ve sırrı fayda vermek üzerine. Dünyada “fayda alabilmek için fayda vermek” diye bir kanun var. Çünkü burası bir ayna simülasyonu ve aynaya ne uzatıyorsan hayat sana onu veriyor. Her birimiz kendimize şunu soruyoruz: Hayattan ne almak istiyorum? Almak istediğimi sunduğum ölçüde hayat da bana istediğimi veriyor. Şu ana kadar söylediklerim soyut şeyler sanılmasın, gerçekten bizim karşımızdakine verdiğimizi kâinat bize geri uzatıyor. Peki bu nasıl oluyor, nasıl cereyan ediyor? 
Yaratıcının bize verdiği yetkiyle burada çeşitli yaratımlar yapabilme yeteneği ile yaşıyoruz. Geçmiş öğretiler, çeşitli felsefeler, kutsal kitaplar buna çok güzel bir çözüm getiriyor. Tanrı bir şeyin olmasını istediğinde “Ol” diyor ama biz “Ol” diyerek yoktan bir şey oluşturabilir ya da var edebilir miyiz? Hayır. Hatta yoktan var edilmeyle ilgili hiç birimizin bir fikri dahi yok. Oysaki madde, sadece dönüşüm üzerinedir. Bir şey, başka bir şeye dönüşür. Onun için biz ne yok olmayı ne de var olmayı anlayamayız ama dönüşümü anlayabiliriz. 
Bundan 25-30 yıl önce “kişisel gelişim” denince soyut kavramlardan söz edildiği düşünülüyordu. Bugün hemen herkesin en çok da bolluğunu artırmak amacıyla bu yolda olması size ne ifade ediyor?
Ü.G. Bu bize insanların inançlarının değişmesinin çok fazla bir önemi olmadığını gösteriyor. Bunlar sadece zihinsel tatminler. Önemli olan içeriktir, çünkü birisi sizi A’ya inanırken B’ye inanmaya ikna edebilir. Anlayışınız sadece beden için, bu dünya için bir şeyler kazanma peşindeyse aslında siz dönüşmemişsinizdir sadece fikriniz değişmiştir. Oysaki konulara, alanlara bakışınız dönüşürse çeşitli alanlara imanla bakmaya başlarsınız. 
Büyünün geçmişte revaçlara çıkıp çeşitli şekillerde insan nefsinin hizmetine sunulduğu dönemler olmuştur. Bugün de kişisel gelişim insanlığın nefsine hizmet etmektedir. Yani burada gerçek huzuru, rahatlamayı, hafiflemeyi sağlamayı düşünmeliyiz. “Nasıl anlayabilir, anlaşılabilir, fark edebilir, fark edilebilir ve fark ettirebilirim?” diye düşünmeliyiz. 
Kitaplarınızda hayatın matematiğinden söz ediyorsunuz. Bazı sözcükleri aslında hangi sebepten kullandığımıza dair açıklamalarınız var. Ağzımızdan çıkan her bir kelimenin farkında olarak ve akışkan bir şekilde konuşmak mümkün müdür? 
“KONUŞTUKLARIMIZ HAYATAMIZI YÖNLENDİRİYOR”
Ü.G. Konuşmayı dinleyerek öğreniyoruz. Çocuk, konuşmaya ilk başladığında önce ufak ufak heceliyor sonra cümleler kurmaya başlıyor ve onun matematiğini, sistemini güzel bir şekilde aktarmaya başlıyor. Ağzımızdan çıkanlarla kendi potansiyelimizi ve ne çağırmaya çalıştığımızı, nasıl bir kader yaratmaya çalıştığımızı görüyoruz. Çağırdığımız sonuçlardan yeteri kadar memnun değilsek susarak, onların yerine daha doğru çağrılar yapmayı becererek, sonuçların güzel olduğunu ve bunun gerçekten işe yarayan bir şey olduğunu görüyoruz. 
Kelimelerle ilgili bazı analizlerimiz var. Bun kelimelerin her bir tanesi ağzımızdan çıktığında, bazıları bir hastalık, bazıları çok güzel veya keyifli anlar oluşturuyor; bazıları ise kayıplar, kazalar çağırıyor. Kitaplarımızda bu matematiği okuyan dostlarımızın neredeyse tamamına yakınından “Evet, tam da böyle oldu” ifadeleriyle geri dönüşler aldık. 
Herhangi bir olayla tesadüfen karşılaşmıyoruz. Bizim tesadüf zannettiğimiz her şeyin ardında siparişlerimiz var. Öyleyse tesadüf yoktur, sipariş vardır.  Bunu fark edebildiğimiz ölçüde siparişlerin doğru ve hedefe uygun şekilde verilmesi vardır. Hayatın bir matematiği var, sözlerin bir matematiği var.
Peki bu farkındalığı nasıl sağlayabiliriz?
Ü.G. Ağzımızdan çıkanı kulaklarımızın duymasını sağlayarak bu farkındalığı oluşturabiliriz. Söylediğimizi önce kendimiz dinleyerek, duyarak ve bunların her bir tanesini kâinatın içerisinde, maddenin içindeki boşlukları doldurarak yaparız. Maddeye şekil verenin, ışığın kelama dönüşmüş şekli olduğunu anlayarak bunları faydamıza kullanabiliriz. Hayat neden oluştu? Dünya neden oluştu? Madde neden oluştu? Her şeyin özünde ne var? 
Baktığımızda güneşi görüyoruz. Hidrojen helyuma dönüyor, helyum daha farklı daha yüksek atomlara doğru dönüşerek gidiyor ama bir taraftan da ateş ile oluşuyor, ateş ışık saçıyor ve o ışık gördüğümüz her şeyin içinde, hareketle birlikte var. İşte bu hareketi veren şey, yani tüm atomları, tüm maddeleri ve dünyayı hareket ettiren, titreten şey bir hareket halinde ve her hareketin bir titreşimi var, her titreşimin de yaydığı bir ses var. Öyleyse bizim hücrelerimizin, organlarımızın, bedenimizin de bir sesi var. Boğazımızdan, ses tellerimizden çıkan bir sesimiz olduğu gibi… 
“KENDİNİ DİNLE Kİ DİNLENİR OLASIN”
Sesimiz, aynı zamanda DNA’mız; varlığımız, karakterimiz, duygularımız, düşüncelerimiz, potansiyelimiz. Kalbimizin titreşimi de sesimizin içinde saklı. Her birimiz gündelik hayatın içinde ne konuşuyoruz ne dillendiriyoruz, nelerden bahsediyoruz? Her biri “Ol” emri gibi kâinatın içinde titreşiyorsa, söylediğimiz olumsuz şarkılar bize ne yapar? Her birimiz kıymetli olduğumuzu anlayabildiğimiz ölçüde özenle konuşmaya başlıyoruz. Önce kendini dinleyen, dinlenir olmaya başlıyor. “Beni kimse dinlemiyor” diyen dostlara cevap olsun: Kendini dinle ki dinlenir olasın.
Maruz kaldığımız olumsuz kelimelere karşı nasıl bir savunma geliştirmeliyiz? 
Ü.G. Duyduklarımızdan da sorumluyuz. Çevremizde gördüğümüz, seyrettiğimiz şeyler; akrabalarımızın, arkadaşlarımızın konuşmaları, her biri yine bizim titreşimlerimize göre çekim alanımıza girerler. Bazıları hemen şöyle diyecek, “Bu anneyi, babayı ben mi seçtim? Bu ülkeyi, bu dünyayı ben mi seçtim?” Şu anda hala seçmeye devam ediyorlar. Birçok çalışmamızda buna itiraz edenlerin hepsini çağırıp soruyoruz, anlatıyoruz ve sonunda hepsi “Evet” diyorlar. “Bu anneyi de bu mesleği de şu anda hala seçmeye devam ediyorum.” Sadece bunlar değil, hastalıklarını, sorunlarını; kayıplarını, kazançlarını, yeteneklerini, gücünü, güçsüzlüğünü... 
Peki öyleyse bu kadar sorumluluk sana verilmişse ey insan, sen nesin ve kimsin? Nereden geldiğimizi, ne olduğumuzu, sorumluluğumuzu, gücümüzü anlayabildiğimiz ölçüde; yepyeni, bambaşka kapılar açılıyor. Bu sefer kendimizi insan olmanın onuru, bilgisi ve bilgeliğiyle davranmak mecburiyetinde hissediyoruz.
Bu dünyada bizim etten bir bedenimiz var ve buna çok ihtiyacımız var. Buna saygı göstermek ve bunu doğru kullanmak, ihtiyaçlarını gereğince görmek durumundayız. Buna “topraklanma” diyoruz. Elbiseye değer verdiğimiz kadar elbisenin içindekine de değer vermeliyiz. İşte bunu unutan dostlarımız, maddeye, dünyaya, bedene tapar hale gelebiliyorlar. Yasa, bedeni ihmali, herhangi bir enerji alanında eksikliği veya aşırıya gitmeyi sevmiyor ve aşırıya gideni, aşırıya gittiği tarafın tersiyle dengeliyor. Pozitif tarafa aşırı gittiysek negatifin, negatife gittiysek pozitifin dengelemelerine maruz kalırız. 
Bunu kaderle nasıl yorumlarsınız?
Ü.G. Ağzımızdan çıkan her kelimenin bizim irademizle bir seçimi var. Örneğin “keşke”, ülkemizde çok kullanılan bir kelime. Tabii ki her bir kelimenin yerinde kullanılması ayrıdır, çok sık kullanılması ayrıdır. “Keşke şöyle olmasaydı, keşke şöyle yapmasaydık” derken aslında olanı beğenmiyorsunuzdur, sizin için geçmiş daha iyidir. Geçmişteki seçiminiz sizin için şu anda sunulandan daha iyidir. Öyleyse geçmişte yaşıyorsunuzdur ve geçmişin tekrarını istiyorsunuzdur. 
Geçmişe olan bu özleminiz, bedeninizde pankreasınızı yorar ve sizin şeker hastası olmanıza sebep olur. 30’lu 40’lı yaşlarına gelmiş ve sürekli “keşke” diyen bir kişinin şeker hastalığına doğru yaklaştığını söyleyebiliriz. Ve bu kişi ona ne verirseniz verin memnuniyetsizlik içindedir, yeteri kadar kabulde değildir. Olana itirazı vardır. Peki olanı kim var etti? Yaradan…  
Bununla ilgili bir matematik daha söyleyeyim: “Eski”, annedir. Bu kişi, annesiyle ilgili birçok sorunu içinde çözememiştir. Öyleyse kendimizi iyi dinlediğimizde hayatımızı okuruz, hayatımızı okuduğumuzda gelecekte nasıl bir kader yarattığımızı görürüz. Kader anbean bizim oluşturduğumuz bir gerçekliktir. An içinde uyanan için kader değişir, dönüştüğü ölçüde…
“GÜLERKEN DÜNYANIN BİRÇOK YERİNDE AĞLAYANLARI  HATIRLAYACAĞIZ”
Halk içinde şöyle bir deyim var, “Çok gülersen ağlarsın.” Buradaki iş çok gülmek değildir, aşırıya gitmektir. Tabii ki güleceğiz, eğleneceğiz, mutlu olacağız ama gülmeye tapar ve takılırsak, dengeye gelebilmek üzere diğer kutbu çağırmış oluruz. Çünkü bu bir yasadır. 
Peki gülmeyelim mi? En güzel şekliyle gülelim ama her gülücüğün arkasında bir çörek otumuzu da koyalım. Anadolu’da bir yoğurt, bembeyaz bir peynir ya da bir çökelek getirdikleri zaman üzerine bir iki tane çörekotu koyarlar. Bu tat için değil, siyah noktayı koyarak denge oluşturmak içindir. Biz şu an gülebiliriz evet ama dünyanın birçok yerinde ağlayanları da hatırlayacağız.
Şu an dünyada büyük savaşlar yaşanıyor biliyorsunuz, buna ne diyeceksiniz?
Ü.G. Peynirdeki çörek otunu görerek güldüğünde, oradaki ağlayanların sızısını unutmazsan gülmeye devam edersin. Bu bizim Anadolu’muzun bilgeliklerindendir. Bizim nenelerimiz, dedelerimiz bunları çok iyi biliyorlardı. Savaşlar nedeniyle kadim bilgilerin bir sonraki nesle akıtılmasında kırılmalar oldu. Bu anlattıklarımı çok yakın bir zamana kadar birçok köylü zaten biliyordu. Anadolu’nun manevi sohbet köşelerinde zaten konuşuluyordu. Şimdi tekrar hatırlatıyoruz: Unutulan bu bilgiler, hayatımızı iyileştirmek üzere, güzelleştirmek üzere, ilişkilerimizden tat alabilmek; yaptığımız işten tat alabilmek üzere bizim için faydalı olan bir alan.  Her birimiz fayda istiyoruz, hayatımızda güzellik istiyoruz, mutluluk istiyoruz. Her biri mümkün.
“FİLİSTİN VE İSRAİL… HZ. İBRAHİM’İN ÇOCUKLARI”
Dünyayı değiştirmek gibi bir görevimiz yok. Dünyanın zaten bir sahibi var ama sen eğer kendini dönüştürebiliyorsan, seyrettiğin dünyayı bambaşka göreceksin. Zıt gibi gördüklerinin aslında birbirine ne kadar benzediğini göreceksin. Örneğin, Filistin’le İsrail birbirinden ayrı mı? İkisi de Hz. İbrahim’in çocukları, ikisi de İbrani, ikisi de Hz. İbrahim’den olan İsmail ve İshak’ın kanını, canını taşıyanlar. Farklılar mı? Hayır. İkisinin halkı farklı mı? Hayır. Öfkeleri kızgınlıkları farklı mı? Hayır. Korkuları endişeleri farklı mı? Hayır. Masum insanlar ölüyor, her iki tarafın da kayıpları var. Tabii ki buna gülen, bu işi organize eden çeşitli unsurlar da vardır, bu işin farklı tarafı. İki taraf birbiriyle tesadüfen buluşmaz, buluşturulur. 
“ANADOLU BİLGELİĞİ”
Dünyada her şey birbirini tamamlıyorsa her şey olması gerektiği yerdedir. Peki bunu bizim Anadolu’muz bilmiyor mu? Biliyor. Onun için onun bir Merkez Efendisi vardır, onun bir Yunus Emre’si vardır, Hacı Bektaş-ı Veli’si vardır, Mevlana’sı vardır. Her biri bizlere bunu hatırlatmıştır fakat yine de işimize geldiği gibi anlamak, bilgiyi kendi gerçeklik ve anlayışımıza indirgemek gibi bir özelliğimiz var. 
İnsanız, beşeriz şaşarız. Bu tarafımızı hoş göreceğiz ama iyileşebilir, hayatlarımızı iyileştirebiliriz. Çünkü buraya büyümeye geldik, geçici bir vakit ve süreli bir tekamülün içindeyiz. Birçok kişinin olumsuz, kötü zannettiği şeyin içinde dahi bir güzel vardır, o güzeli görelim. Bu bazen Polyannacılık zannedilir, Polyannacılık kendini kandırmaktır ama okuyan bilir, görür ve doğru tespitlerle, doğru teşhislerle doğru kararlar vererek hayatın tat ve güzelliklerine erişir. 
Anadolu’ya da temas ettiniz. Uzak Doğu felsefesi üzerine çalışan biri olarak dünyanın her yerinde bu öğretilerin ortak bir temeli olduğunu söyleyebilir misiniz?
Ü.G. Bilginin kaynağı özdür. Dünyanın her bir tarafına anbean kaynaktan güzel pınarlar akar. Tabii ki dünyanın her bir şehrinde, kasabasında görevlileri vardır. Farklı coğrafyalarda farklı inanç sistemleri her dinin, her anlayışın içinde o kaynağın tadını ve lezzetini vermek üzeredir. Her bir realitenin farklı ihtiyaçları var, kendi boyumuzun çok üzerinde bilgiler var. Farklı doğrular var gibi görünse de bütün doğruların birliği vardır.
Eğer yeryüzünde dinler hiç var olmasaydı, yüzyıllardır süren din savaşları da olmayacaktı. Herhangi bir dine mensup olmadan yaşamak mümkün değil mi?
Ü.G. Dünyada 8 milyar insan varsa, 8 milyar gerçeklik ve bu gerçekliğin çeşitli ihtiyaçları var. Dinler yeryüzünde çok önemli bir fonksiyon icra etmiş ve çok büyük faydalar vermiştir. Bazı anlayışların ve realitelerin katı kurallara ihtiyacı vardır. Bazılarının daha özgür, daha geniş açılı anlayışlara ihtiyacı vardır.
Kuran’da “Eğer Allah dileseydi, kesinlikle sizi tek bir ümmet kılardı” diye bir ayet geçer. Yani farklı gerçeklikler olacak, farklı anlayışlar, bakış açıları ve farklı bilgiler olacak ama seçim insanın. Onların içerisinde sana fayda veren hangisi, sana iyi gelen hangisi onu sen seçeceksin. 
Diğer taraftan insanların çok büyük bir kısmı hangi anlayış, inanç ve dinin içinde doğdularsa çoğunlukla orada ölürler. Kaç Hindu, Müslüman ya da Musevi din değiştirmiştir? Emin olun binde bir sayısı bile çok yüksek. 
Özellikle anne babamızdan gördüklerimizden ve çevremizden gördüklerimizden etkilenerek bir inanç sahibi oluyoruz. Yani din olmasaydı orada yine töre olacaktı, yine bir inanç kalıbı olacaktı. 
“DİNLER, İNSANLIĞA FAYDA SAĞLAMAK İÇİN GÖNDERİLDİ”
Dinler, insanlığı disipline etmek üzere verilmiştir. Bununla birlikte şu andaki dinlerin çok büyük bir kısmı algı mühendislikleriyle insanlara bambaşka sunularak ve onları bir yerde fazla ilerletmeyecek şekillere getirilmiştir. Oysaki dünyaya gelen bütün dinler, daha doğrusu dünyaya din getiren büyük vazifelilerin, peygamberlerin her biri insana ve insanlığa fayda verebilmek, onları selamete çağırmak, onları güzel ahlak kuralları ile aslında iyi bir hayat yaşayabilecekleri bir duruma çağırır. Bu hayatı nasıl cennet edeceklerinin yollarını anlatmışlardır. 
Aktarılanın her zaman her noktasını tam olarak alamamışızdır ama her bir peygamberin de gönlünde ve yüreğinde yaşadığı o büyük zenginlik o topluma bir kaynak olmuştur ve çevresini beslemiştir. Şu anda gördüğümüz birçok anlayış, inanç ve algılama biçimi bu yeni dönemde değişecek, dönüşecek ve bambaşka hallere gelecektir. İnanan insanların bir kısmı inançlarını kaybedecek, bazı kişiler daha eski inançlara sarılacak, bir kısmı da inançlarından imana ve gerçek hakikate doğru yola çıkacaktır. Dünyanın da kendine göre bir kaderi var, coğrafyaların kaderi var.
Buradan yola çıkarak “Kerbela’da olanlar ilahi planda var olduğu için yaşandı” diyebiliriz, öyle olmasaydı bugün mezhepler hala var olmaya devam eder miydi?
Ü.G. Tanrının izni olmadan bir yaprak dahi kımıldamaz. Öyleyse her şey planlı programlı bir şekilde devam ediyor. Bir çoğumuz şurayı ilk başta anlamayabiliyoruz: Madem her şey planlandı, her şey olması gerektiği gibi, O’nun en mükemmel şekliyle hesap ve planıyla gidiyorsa o zaman kader ne? Bizim kader üzerindeki inisiyatifimiz ve gücümüz ne?  
Biz zamana tabiyiz, zaman akışının içinde geçmiş ve gelecek diye lineer bir çizgi üzerindeyiz. Oysaki her şey aynı anda olup bitiyorsa o zaman tüm yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımıza nasıl kadersel bir bakışla bakardık? Zaten bütün seçimler an içinde belliyse, geçmiş ve gelecek noktanın içinde var ise oradan bakan için de her şey çoktan hesaplanmıştır, olmuştur, yaşanmıştır ve bitmiştir. Yani her şey olması gerektiği gibidir.
Levh-i Mahfuz hakkında ne düşünüyorsunuz?
“LEVH-İ MAHFUZ  İNSANIN KALBİDİR”
Ü.G. Benim için levh-i mahfuz insanın kalbidir. Her birimizde levh-i mahfuz vardır ve o öze, özdeki bir noktaya gider. Tabii ki geçmişteki değerli ilim sahibi öğretmenler bize bu konuları hatırlatmışlardır. Bu, Hz. Ali’nin çok önemli bir bilgisidir, “İlim tek bir nokta idi cahiller onu çoğalttı.”
Kendimizi keşfedebildiğimiz ölçüde çokluktan birliğe, birlikten de bir noktaya gideriz. Noktanın kendisi sonsuzdur ve sonsuza bölünebilir. Allah’ın birliği de böyledir. Yaratılan her şeyde birbirine benzemeyecek kadar çokluk vardır. Bu farklılık ve çokluk O’nun birliğini anlatmak içindir. Yaratanın birliği yaratılanın çokluğu ve sonsuzluğuyla dengelenir.
İbni Sina Kadim Şifa Vakfı’nın çocuklar için de projeler geliştirme planı var mı?
Ü.G. İbni Sina Akademi Şifa Vakfı’mız fayda rehberliği üzerine kurulmuş, bir taraftan kadim sağlık reçetelerini günümüze kazandırmak için bunlarla ilgili, hekim ve sağlık çalışanlarına eğitimler, burslar ve kaynak aktarımları yapmak bir taraftan sağlığımız için atalık tohum ve doğru tarım, doğru beslenmeyle ilgili bilgileri desteklemekte ve bu konuda da çiftçimize ve halkımıza destek vermektedir. 
Öğretmenlerimize, ebeveynlere ve çocuklara özel eğitimler düzenliyoruz ve ezber sistemlerin ne kadar yanlış olduğunu anlatıyoruz. Başta ülkemiz olmak üzere dünyanın birçok ülkesinin çeşitli küresel kuruluşlar tarafından kuşatılan sistemlerden nasıl özgürleşebileceğiyle ilgili bilgi ve eğitim çalışmaları yapıyoruz. Örneğin, neden annelerimiz evlerinde ebe eşliğinde doğuramıyor? Neden özellikle sezaryen doğumlar bu kadar özendiriliyor? Neden hamile kadınlara tetanos aşısı yapılıyor? Neden çocuklarımıza ne idüğü belirsiz aşılar dayatılıyor? Çocuk eğitimlerimiz neden bir ahlak eğitimine değil de ezberci bir eğitime dayalı? Gençlerimiz, hayata hazırlanan çocuklarımız neden doğru bir hedef ve yön bilgisine sahip değil ve bu konuda neden gerekli adımlar atılmıyor? Neden manevi ve ruhsal alanda yeteneklerinin geliştirilebileceği özel eğitimler ve çalışmalar yapılmıyor?   
Bunların her biriyle ilgili 5 bin şifacı dostumuz ve eğitimcilerimiz gönül ve el birliğiyle çalışıyor. Dünyanın dört bir tarafında vakfımızın gönüllüleri bu konuya aşkla, gerçekten fayda alışverişi esaslı akıyorlar ve inşallah onların faydaları önümüzdeki günlerde güzel çiçekler ve meyveler verecektir.

Editör: Ramazan Atabey