Utku ŞENSOY Yazımızın dün yayınlanan ilk bölümünde evde, işte, sokakta ya da güvenlik birimlerindeki kötü muamele, işkence veya şiddetin her türüne karşı toplumsal farkındalık yaratılmasının gereğine değinmiştik. Yargı reformumuzun birincisi çıktı, tahliyeler başladı. Düzenleme, düşünce özgürlüğünü az da olsa genişletip kısmi rahatlık getirirken, toplumun beklentilerini tam olarak karşıladığı söylenemez. Gözler şimdi ikinci ve üçüncü reformlarda. Cumhurbaşkanı Erdoğan Yargı Reformu Strateji Belgesi’ni açıklarken; “Türkiye işkence kötü muameleye sıfır tolerans anlayışını benimsemiştir. Bu iddialar artık geride kalmıştır. Bu kazanımları korumakta kararlıyız. Sistematik işkence iddiaları artık geride kalmıştır” dedi. Bu konuda düne nazaran şüphesiz bir hayli ilerleme kaydedildi ancak gerçekten de işkence vb. kötü muamelenin tamamen sıfıra inip inmediği konusunda hala bazı kuşkular mevcut. Düşünce özgürlüğü konusunda atılan adımlar ise, yetersiz. Yargı her türlü siyasi görüş ve baskıdan uzak tutulmazsa özellikle Batıdan gelen işkence ve kötü muamele eleştirilerine cevap vermekte zorlanırız. “Cezasızlığın” hala yaygın olduğu iddiaları da devam ediyor. “Örgüt üyeliği” iddia ve iftirasıyla yapılan tutuklanmalar oldukça karşınızda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni bulursunuz ki bu ülkemiz açısından hiç de yakışık alan bir durum değildir. AİHM 2017 yılı faaliyet raporuna göre; Türkiye, Rusya’nın ardından, hakkında en çok karar alınan ikinci ülke. AİHM kararlarının 305›i Rusya, 116›sı Türkiye, 87›si Ukrayna’dan. Türkiye’nin AİHM karnesinde “hak ihlalleri” dikkat çekiyor. AİHM’ e 2017 yılı içerisinde, Türkiye’den yapılan başvurulara ilişkin toplam 116 karar alındı. Bu kararlardan 99’unda en az bir ihlal olduğuna hükmedildi. Türkiye’yle ilgili kararlarda yer alan hak ihlalleri ve karar sayıları şöyle: Adil yargılanma hakkı: 46 Özgürlük ve güvenlik hakkı: 19 İfade özgürlüğü: 16 Toplanma ve dernekleşme özgürlüğü: 9 Makul sürede yargılanma: 8 Etkin soruşturma: 5 Özel yaşama saygı: 4 Etkili başvuru yolları hakkı: 4 Özel mülkiyetin korunması: 4… Türkiye, 1953’te yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin denetim sürecine ilişkin “bireysel başvuru hakkını” 1987’de ve “AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini” de 1990 yılında kabul etti. Anayasamızın 90. maddesinde, usulüne göre yürürlüğe giren uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamayacağı, ayrıca temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların kanunlarımızla aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde uluslararası antlaşma hükümlerinin geçerli olacağı güvence altına alınmıştır. Anayasa Mahkemesi de, 7 Şubat 2008 tarihli kararında, Anayasamızın 90. maddesi çerçevesinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin iç hukukumuzun bir parçası haline geldiğini, Sözleşme hükümlerinin nitelikli yasa hükmünde olduğunu ve “AİHM kararlarının bağlayıcı olduğunu” belirtmiştir. Bu bağlamda Uluslararası İnsan Hakları Mekanizmalarıyla sıkı işbirliğinin sürdürülerek, Avrupa Konseyi, BM ve AGİT mekanizmalarıyla insan hakları alanındaki yapıcı işbirliğinin kesintisiz ve kararlı biçimde sürdürülmesi gerekir. Avrupa Konseyi ile işbirliği çerçevesinde, işkenceyle mücadele, ceza ve tevkif evi reformu, düşünce ve ifade özgürlüğü, dernek kurma ve toplanma hürriyeti, din özgürlüğü, yargının işleyişi, sivil-asker ilişkileri, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ve yolsuzlukla mücadele gibi alanlarda daha hızlı adımlar atılmalıdır. Bu konulardaki en ufak bir tereddüt ve geri adımın önceki dönemlerde yaşadığımız acı sonuçlara benzer durumların tekrarına neden olabilir. 12 Eylül 1980 dönemini hatırlayalım. Tarihimize karanlık bir sayfa olarak kazınan o dönemdeki işkence, idam, faili meçhul, sansür ve sürgün günlerini unutmayalım. Kitapların, gazetelerin, filmlerin, bile yasaklandığı o günleri yaşayanların belleklerine mıh gibi kazınmıştır. Neredeyse gülmenin bile yasak olduğu o dönemde insanlar şarkılar ile terbiye edilmeye çalışılırdı. Metris Cezaevi’nde sabahın köründe başlayıp gün boyu tekrarlanan “Türkiye’m, Türkiye’m cennetim” dizelerini döneme tanıklık edenler iyi bilir… Birleşmiş Milletler’ in 1948’de “insan haklarının anayasası” olarak kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ni asla unutmamamız lazım. Orada insanın doğuştan sahip olduğu kişisel hak ve özgürlükleri tanımlanırken şöyle deniliyor; “Her insanın yasa önünde eşit olduğunu, işkenceye, kötü muameleye ve onur kırıcı cezalara tabi tutulamayacağını ilan eder”… İnsanları kalıplara sokmak-kategorize etmek-etiketlemek-yaftalamak farklı görüşlere saygılı olamama, aidiyet içinde olduğu görüşe körü körüne bağlılık durumundan vazife çıkarıp, güçlünün güçsüzü “vatan hainliğine kadar” uzanan suçlamalarla köşeye sıkıştırması 21’nci yüzyılda asla kabul edilecek şeyler değil. Reform çalışmalarında özellikle “yargının etkin ve hızlı işleyişi” ile “temel hak ve özgürlükler” alanında ilerleme kaydedilmesi konularına öncelik verilmelidir. Toplumumuzun hangi kesiminden, hangi düşünce ve inancın mensubu ya da etnik kökenden olursa olsun, her şeyin insana ve o insanın insanca yaşamasına değin olması, bu topraklarda farklı hatta aykırı görüşlerin bile apaçık tartışılıp yazılıp çizildiği, her alanda özgürlük rüzgarlarının estiği günlerin yaşanması dileğiyle.