Dünya Doğayı Koruma Vakfı Türkiye yetkililerinden Gemici, sera gazı emisyonlarının 2030’a kadar yarıya inmesi ve yüzyıl sonunda sıfırlanmasının zorunlu olduğuna işaret edip aksi takdirde küresel ısınmanın dünyadaki yaşam için felaket olacağının altını çiziyor. Gemici, hükümetlerin ulusal hedefler koymadığı sürece tüm girişimlerin etkisiz kaldığını belirtti. AB Politikaları JM Kürsü Başkanı Tekin ise, 2100 itibariyle küresel iklim değişiminin geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmiş olabileceğine dikkat çekip 2050’de dünyada 150 milyonun yaşadığı alanın su altında kalacağını bildirdi. Tekin, Türkiye’de karar verici ve sivil toplumun küresel ısınmayla ilgili farkındalığının yetersiz olduğunu da vurguladı
Dilan Karacan - Dünyanın iklimi hızla değişiyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0,5-0,8 °C kadar artığını gösteriyor. Dünyamız, insanoğlundan kaynaklı tehlikelerden kaynaklı ısınma, buzulların erimesi, toprak ve su kaybı, iklim değişikliği, bitki ve hayvan türlerinin yok olması ya da azalması gibi olumsuz gelişmelerle karşı karşıya. Bu gidişe “dur” demek için öncelikle konu hakkında farkındalık yaratılması gerekiyor. Peki, iklim değişikliği nedir? Dünya ve Türkiye’ye etkileri nelerdir? Ne gibi çalışmalar yapılıyor? Bu amaçla 24 Saat Gazetesi için küresel iklim değişikliği hakkında uzmanların yorumlarını aldık. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (World Wide Fund for Nature-WWF) Türkiye yetkililerinden Aslı Gemici ve Avrupa Birliği (AB) Politikaları Jean Monnet (JM) Kürsü Başkanı Ali Tekin ile “Küresel İklim Değişikli” konusunu masaya yatırdık. Çok genel bir yaklaşımla, iklim değişikliği, “Nedeni ne olursa olsun iklim koşullarındaki büyük ölçekli (küresel) ve önemli yerel etkileri bulunan, uzun süreli ve yavaş gelişen değişiklikler” biçiminde tanımlanabilir. Sera gazlarının çeşitli nedenlerle atmosferdeki artışının devam etmesi, Dünya’nın gereğinden fazla ısınmasına neden olmaktadır. Nitekim 1860 yılından günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0,5-0,8 °C kadar artığını göstermektedir. Söz konusu ısınma, kutuplarda buzulların erimesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesi, taşkınlar, kıyı kesimlerde toprak kaybı, temiz su kaynaklarının denize karışması, aşırı buharlaşma ve kuraklığa bağlı olarak yangınlar, göl ve ırmak sularının azalması, bitki ve hayvan türlerinin yok olması ya da azalması gibi birçok olumsuz gelişmeleri de meydana getirmektedir. İnsanoğlunun varoluşunun en büyük sebebi olan doğamızın, insanoğlundan kaynaklı bu gibi tehlikeli bir durum ile karşı karşıya kalması Dünya’daki herkesin omuzuna kaçınılamaz bir sorumluluk yüklüyor. Artık olumsuz sonuçlarını net bir şekilde görmeye başladığımız bu doğal krize bir dur demek için en başta konu hakkında farkındalık yaratılması gerekiyor. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (World Wide Fund for Nature-WWF) Türkiye yetkililerinden Aslı Gemici, iklim değişikliği konusunda şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yaşadığımız gezegeni, yaktığımız fosil yakıtlar, yok ettiğimiz ormanlar ve sürdürülemez şekilde tükettiğimiz doğal kaynaklarla geri dönüşü neredeyse imkânsız bir hale getirdik. İnsan faaliyetleri kaynaklı sera gazı emisyonları nedeniyle sanayi devriminden bu yana gezegenimizi 1°C ısıttık. IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) Özel Raporu küresel sera gazı emisyonlarının 2030 yılına kadar yarıya inmesinin ve yüzyıl sonunda sıfırlanmasının zorunlu olduğuna işaret ediyor. Aksi takdirde küresel ısınma 1.5°C dereceyi geçecek ve bu da gezegen üzerindeki yaşam için felaket demek. Bu artık zamana karşı bir yarış. 2020 yılına ramak kala, iklim krizine karşı önemli adımlar atıldı. Fridays for Future gibi büyüyen sosyal hareketler, iklim eyleminin dışında kalmayı göze alamayacak bir özel sektör ve yerel yönetimlerin iklim eylem ve uyum politikaları, iklim tartışmalarına katkı sağlamaya başladı. Hükümetler seviyesinde ise, İngiltere, Fransa, Norveç ve İsveç gibi ülkelerin 2050 yılına veya daha önce net sıfır emisyona ulaşmak için uygulamaya koyduğu yasal düzenlemeler, politika desteğin de ortaya çıktığını gösteriyor. Maliyet açısından baktığımızda ise güneş ve rüzgâr enerjisi bir devrilme noktasına ulaştı ve artık birçok yerde fosil yakıtlardan daha ucuz. Akü depolama ve elektrikli araçlar da dahil olmak üzere düşük emisyonlu teknolojinin düşen maliyetleri bu dönüşümü kaçınılmaz hale getirecek. Ve bu, dijitalleşme ve küresel iletişim ile birlikte önceki dönüşümlerden çok daha hızlı bir geçişe izin veriyor. Bütün bunlara rağmen hükümetler ulusal hedefler koymadığı sürece tüm girişimler etkisiz kalıyor. Karbonsuzlaşma ve fosil yakıt kullanımımın azaltılması her ülke için en öncelikle hedef olmak zorunda. Fosil yakıt sübvansiyonları derhal kaldırılmalı. Avrupa ülkeleri 2030 yılına kadar kömürden tamamen çıkmayı hedeflerken, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin hâlâ yeni enerji yatırımlarını kömür üzerine yapıyor olması bu krizi daha da derinleştiriyor. Tüm yeni kömürlü termik santrali projelerinin durdurulması ve mevcut santrallerin kademeli olarak kapatılması öncelikli olarak atılması gereken adım. Mevcut kömür madenciliği ekonomilerinin adil bir şekilde dönüştürülmesi, ormansızlaşma ve tarım alanlarının kentleşme, sanayi ve madenciliğe açılmasından kaynaklı emisyonların önüne geçilmesini sağlayacak politikaların derhal uygulamaya geçirilmesi gerekiyor. Türkiye gibi çoğu ülkenin en büyük enerji ithalat kalemi olan petrol yerine elektrifkasyon sistemleri kurularak bu politikalar desteklenmeli. Ancak bu şekilde emisyonlarımızı azaltarak iklim krizi karşısında zamana karşı yarışımızı kazanabiliriz.” AB Politikaları JM Kürsü Başkanı Ali Tekin ise iklim değişikliği sorununun aciliyetini vurgularken, durum için çözüm odaklı görüşlerini ve Türkiye’nin durumunu şu ifadelerle açıklıyor: “Artık bu soruna hızla el atılmazsa, 2100 yılı itibariyle küresel iklim değişimi geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmiş olabilir. Bilim insanlarının çoğunluğunun önerdiği hedef, sera gazı salımının 2100 yılı itibariyle küresel ısınma artışının 1.5 °C derece ile sınırlanmasını mümkün kılacak düzeylere indirilmesi. Ancak daha gerçekleştirilebilir olarak genel kabul gören, 2015 Paris İklim Anlaşması’nın ortaya koyduğu hedef ise, sera gazı salım düzeylerinin 2100 itibariyle küresel ısınmayı 2 °C derece ile sınırlamayı mümkün kılacak düzeylerde tutulabilmesidir. (Paris Anlaşması’nı imzalayan ancak onaylamayan yalnızca 10 ülke kaldı ve bunlardan birisi de Türkiye.) Yeni iklim dinamikleri, dünyayı daha da yaşanmaz kılabilir Yalnızca 2 °C derecelik bir küresel ısınma senaryosunda bile, ortaya kaygı verici bir dünya çıkıyor. Buzullar ve mercan resifleri yok oluyor; yükselen su düzeyleri pek çok bölgeyi etkisi altına alıp milyonlarca insanın yaşam koşullarını tehdit ediyor; sivrisinekle geçen hastalıklar artıyor; kuraklık, yangın ve sel insanları ve yeryüzünü strese sokuyor; balıkçılık ve tarım zarar görüyor. Bilim insanlarına göre, artan sıcaklığın tetikleyebileceği, donmuş toprak parçalarının (permafrost) erimesi sonucunda halen ‘tutulu’ olan devasa miktarlardaki sera gazlarının serbest kalması gibi yeni iklim dinamikleri ise dünyayı mevcut senaryolarda öngörülenden daha da yaşanmaz kılabilir. Yakın gelecekte bile önemli etkilerin ortaya çıkması bekleniyor. Örneğin, 2030 yılına kadar yaklaşık 100 milyon insanın iklim değişikliğinin etkisiyle aşırı yoksullaşabileceği, 200 milyon kadar insanın da şiddetli iklimsel felaketler nedeniyle yerlerini değiştirmek zorunda kalabileceği tahmin ediliyor. Kuzey Amerika’da Kaliforniya eyaletindeki yangınların, Orta Batı Amerika’daki sellerin, Teksas’dan Doğu kıyılarına kadar olan bölgede yaşanan tayfunların şiddeti giderek artıyor. 2050 yılı itibariyle dünyada 150 milyonun yaşadığı alan su altında kalacak. Vietnam’ın büyük kısmı, Bangkok, Bombay, Şangay ve Cakarta gibi kentlerin büyük kısmı su altında kalacak. İklim değişikliğini önlemek için neler yapılabilir? Elbette ana çözüm, atmosfere salınan sera gazı miktarını azaltmak için düşük karbonlu bir küresel ekonomiye geçilebilmesi. Bu da insanların, toplumların, devletlerin üretim, tüketim ve yatırım modellerini radikal bir dönüşüme tabi tutmalarını gerekli kılıyor. Bu kolay bir şey değil. Ancak, bireysel olarak yapabileceklerimiz var. Bazı alışkanlıklarımızı değiştirebiliriz. Daha enerji-etkin ürünler kullanabilir, evlerimizi daha yalıtımlı hale getirebilir, güneş paneli kullanabilir, daha temiz ulaşım yöntemlerini tercih edebiliriz. Ülkeler ise, yeşil, sürdürülebilir bir üretim modeline yönelmek zorunda. Kamunun politika ve teşvikleriyle ‘yeşil’ mesajlar vermesi gerekir. İklim değişikliğiyle mücadele için ülkenin yatırım seçimlerinin akıllıca yapılması kritik öneme sahip. Yatırımların önceliği, fosil yakıtların kullanılmasından sürdürülebilir, yenilenebilir alternatiflere geçiş olmalıdır. Temiz enerjinin akıllı şebekelerle dağıtımının sağlanması kamunun önceliği olmalıdır. Ulaşım da benzer bir süreçten geçmek zorundadır. Elektrikli taşıtların sistem içindeki payının artması, toplu taşıma ağlarının güçlendirilmesi bu adımlardan bazılarıdır. Zor bir dönüşüm gerekiyor ancak ülkeler ne kadar erken başlarsa o kadar daha az maliyetli oluyor bu dönüşüm. Bu konuda örneğin AB ülkelerinin önemli mesafeler kat ettiğini görüyoruz. AB içinde eko-endüstriler olarak tanımlanan -yenilenebilir enerji, atık su arıtma ve geri dönüşüm gibi -sektörlerde yıllık büyüme 2000 yılından bugüne yüzde 7 gibi oldukça yüksek bir düzeyde seyrediyor. AB, bu endüstrilerde çok sayıda yeni iş olanakları yaratıyor, işgücünün yetkinliklerini arttırıyor, Ar-Ge faaliyetlerini güçlü biçimde özendiriyor ve küresel lider olma stratejisini başarıyla yürütüyor. Türkiye’nin bu konudaki durumu nedir? Politika önerileri nelerdir? Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı imzalayan ama henüz onaylamayan 10 ülkeden birisidir. Diğerleri Angola, Eritre, İran, Irak, Kırgızistan, Lübnan, Libya, Güney Sudan ve Yemen. Türkiye’nin karbondioksit emisyon miktarı 1990 yılından 2017 yılına yüzde 140 arttı. Kişi başına düşen karbondioksit salım miktarı ise 1990 yılında 4 ton iken, 2017 yılında 6.6 tona yükseldi. Toplam salım, 1990 yılında 219.2 tondan 2017 yılında 526.3 tona çıktı. 2019 yılı itibariyle Türkiye karbondioksit salımı açısından en çok kirletenler arasında 15. sırada. Türkiye’de en fazla sera gazı salımı yapılan iki sektör enerji ve endüstridir. Dolayısıyla bu sektörlere odaklanmak gerekir. Türkiye’de karar vericilerin ve sivil toplumun küresel ısınmayla ilgili farkındalığı oldukça yetersizdir. Kamu politikalarının oluşturulmasında ilkim değişimiyle mücadele ya da etkilerine uyum sağlama anlayışı henüz gelişmemiştir. Türk siyaset arenasında, emisyon oranını kontrolsüzce arttıran aktörler, çıkarlarının farkında ve karar vericileri etkilemek için örgütlüdür. Ellerinde önemli finansal kaynakları vardır. Diğer yandan, gaz salımından kısa veya uzun vadede olumsuz etkilendiği açık olan geniş toplumsal kesimler ise, ne bu konuda farkındalık geliştirmiş ve sorunu yeterince sahiplenmiş, ne de bu konuda örgütlü bir siyasi faaliyet içine girmiştir. Ellerinde siyaset sınıfını etkilemek için kullanabilecekleri kaynaklar oldukça sınırlıdır. Çevreci örgütlerin güçleri yettiğince dile getirdikleri sorunlar genel bir toplumsal duyarlılığa nadiren yol açmaktadır. Siyaseten halkın en önemli gücü oydur. Son günlerde termik santrallerin filtre takma zorunluluğunu erteleyen yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edilip arkasından Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi, sorundan doğrudan etkilenen vatandaşların oy davranışının değişme olasılığının hissedilmesinden kaynaklandı. Ancak çevreye etkisi bu kadar doğrudan ve net olarak fark edilmeyen hallerde siyasi kararlar hemen hemen her zaman çevreyi kirleten az sayıda ama farkındalığı ve örgütlülüğü yüksek aktörlerden yana olur. Bu gibi kolayca farkındalık ve bilinç oluşmayan konularda, halkın çıkarlarına sahip çıkması gereken özerk kamu kurumlarının önemi ortaya çıkar. WMO Küresel İklim Durumu Raporu Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (World Meteorological Organization-WMO) 2018 Küresel İklim Durumu raporundan çıkan sonuç rekor düzeydeki sera gazı salınımının ‘giderek daha tehlikelileşen sıcaklık artışlarına’ sebep olması olarak belirtildi. Ayrıca 2018 yılı kayıtlara geçen en sıcak 4. yıl olarak belirtilmiştir. Bu dönemde sera gazına sıkışan enerjinin yüzde 90’ı deniz ve okyanuslara uzandı. Okyanuslar yüzeyden 700 metre derinlikte ve 2000 metre derinlikte incelendiğinde, su sıcaklığı seviyesinin rekor düzeye yükseldiği görüldü. Geçtiğimiz yıl bir önceki yıla göre su seviyesi de küresel düzeyde artmayı sürdürdü ve 3,77 mm yükseldi. WMO’nun raporuna göre 2018’de iklim değişikliğinin başlıca etkileri şunlardı: ►İklim olayları ve aşırı ısınmaya bağlı afetler 62 milyondan fazla insanı etkiledi. ►Seller yaklaşık 35 milyon insanı etkiledi. ►ABD’deki Florence ve Michael kasırgaları, ülkede milyarlarca dolarlık hasara neden olan 14 felaketten sadece ikisiydi. ►Yılın en şiddetli fırtınası olarak kayda geçen Mangkhut Tayfunu, çoğu Filipinler’de 2,4 milyon kişiyi etkiledi ve 134 kişinin ölümüne neden oldu. ►Avrupa, Japonya ve ABD’de sıcaklık dalgaları ve orman yangınları sonucu 1,600’den fazla kişi yaşamını yitirdi. ►Hindistan’ın Kerala eyaletinde, son yüzyılın en kötü sel ve yağışları görüldü.”
Editör: TE Bilisim