Demokrasilerde dördüncü kuvvet medyanın öncelikli görevi, yönetimler bilerek ya da bilmeden eşitlik ilkesini göz ardı edip adaletsiz davrandığında, yanlış kararlar aldığında ya da keyfi uygulamalar yaptığında, konuyu kamunun dikkatine sunup, yurttaşları bilgilendirmektir. Yazılı, görsel ve dijital basında yer alan organların çoğu ne yazık ki son yıllarda bu görevini “çeşitli nedenlerden dolayı” yeterince yapamıyor, hatta şakşakçılığı tercih edenler dahi oluyor. Oysa demokrasilerde önce kamu yararı aranıp, yurttaşların refahı, huzuru ve güveni için daha iyi hizmet nasıl yapılmalı konusuna kafa yorulmalı. Devlet yönetiminde önemli yeri olan kamu hizmeti veren resmi-özel kurumlar ile kamu çalışanları, sivil toplum kuruluşları (STK) ve sendikalar, yurttaşlar ya da kendileri mağdur olduklarında seslerini geniş kitlelere medya aracılığıyla duyurur. Medyanın bu sorunları görmezden gelmesi demokratik hak ve özgürlüklerin gelişimi açısından büyük sıkıntıya yol açar. Zira, yapıcı eleştiriler, sadece yurttaşların değil iktidarın da hayrınadır. Hataları yazarak, konuşarak düzeltmek yurttaşların ve ülkemizin yararınadır.
İliç'deki Altın Madeni Siyanür Havuzu Ve Yanı Başındaki Fırat NehriSoma’da, Ermenek’te, Bartın’daki faciaların acısı dinmeden son olarak, Erzincan’da yaşanan maden felaketinde 9 yurttaşımız göçük altında kaldı, 9 yuvaya ateş düştü. Ayrıca Fırat Nehri de yüzlerce ton siyanür tehlikesi altında. Yıllardır çok sayıda STK, Erzincan’da İliç Altın Madeninde yaşanabilecek olası bir facia konusunda uyarıda bulunuyordu. Onlardan biri olan, İliç Doğa ve Çevre Platformu, “Felaket göz göre göre geldi” diyerek, madenin kapatılması ve sorumluların cezalandırılması için dijital platformlarda bir kampanya başlattı. Üst üste yaşanılan siyanür sızıntıları ve kazalarına rağmen geçici kapatma ve göstermelik para cezaları dışında ciddi bir yaptırımda bulunulmadığını iddia eden Platform, sosyal medyada yaptığı çağrıda, “Çöpler Altın Madeni ve Anagold şirketi acilen kapatılmalıdır. Anagold yetkilileri ve suça ortak olan tüm kamu görevlileri ve şirket yetkilileri hakkında soruşturma açılmalı ve yurtdışına çıkış yasağı getirilmelidir” diyor. 
Kendi ülkelerinde çivi çakmanın izne tabi olduğu yabancı firmalar, bizim topraklarımızda züccaciye dükkanındaki fil gibi değiller mi?
***
DOKTOR EĞİTİM ÜYELERİ
Eğitim İş Sendikası basın duyurusunda, “Devlet üniversitelerinde görev yapan doktor öğretim üyelerinin yaşadığı kadro mağduriyetine” dikkat çekmiş. Sendika, 2018 yılından önceki tanımlamasıyla yardımcı doçent yeni tanımlamaları doktor olan öğretim üyelerinin, son yıllarda daimî kadro ile değil, sözleşmeli olarak çalıştıkları için mağduriyet yaşadıkların ifade ediyor. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 23. maddesinde belirtilen, “Atama rektör tarafından en fazla 4 yıl süreyle yapılır” ve “Her atama süresinin sonunda görev kendiliğinden sona erer” ifadelerinin, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 36. maddesinde belirtilen, “Öğretim elemanları üniversitede daimî statüde görev yapar” ifadesiyle örtüşmediğine vurgu yapılıyor. Ayrıca, Anayasanın 128/1'deki “Diğer kamu görevlileri”, ancak, idare ile “Kamu hukuku” ilişkisi bulunan ve hizmetin “Aslî elemanı” sayılabilecek bir görevde çalışanlar olabileceğinden hareket ederek, Devlet üniversitelerinde görev yapan doktor öğretim üyelerine yönelik mevcut uygulamanın “128 /1 maddesine aykırılık teşkil ettiğine” dikkat çekiliyor.
Bu durum bir yanda, aynı işi yapan kamu görevlilerinin farklı çalışma koşullarına tabi olması anlamına geldiği için, Anayasa ve yasaların yanı sıra uluslararası sözleşmelere de aykırılık teşkil ediyor. Üniversitelerde tüm bölüm ve programlar için ortak olarak 1-2 yıllık süre yenilemesi takvimin belirlenmesi bakımından da “bilimin doğasına aykırı bir uygulama” olacağı hepimizin malumudur. Türkiye’deki 44 bin Doktor öğretim üyesi, Doçent ve Profesör ile aynı statüde öğretim üyeleri olduklarından mağduriyetlerinin giderilerek, daimî kadro ile istihdamlarının sağlanması, eğitim açısından daha isabetli olur. 
Eğitimcilerimizin özlük haklarına ne kadar saygı gösterilirse, onlar ne kadar huzurlu olursa, evlatlarımıza verecekleri eğitim de o denli sağlıklı olmaz mı? 
***
Ankara’daki 400 Yataklı Lösante Hastanesi Eksik Kapasiteyle Hizmet Veriyor.LÖSEV
Bir grup doktorun özverili çalışmalarıyla kurulan Lösemili Çocuklar Vakfı LÖSEV geçtiğimiz günlerde “25 yıldır mücadele” başlığıyla bir bildiri yayınlayıp, Sağlık Bakanlığına çağrıda bulundu. Halkın bağışlarıyla Ankara’da açılan LÖSANTE Hastanesi’ne Sağlık Bakanlığı’nın 7 yıldır tam ruhsat vermemesinden lösemi hastalığıyla mücadelede zorlandıklarını ifade eden LÖSEV, bürokratik engellerden dolayı 200 yatağın boş durduğuna dikkat çekiyor. 
Vakfın kamuoyuna yaptığı duyuruda, “Daha fazla hastanın parasız tedavi edilmesinden rahatsız mısınız? Doğal Yaşam Köyümüzün arsasını çocuklarımıza neden vermiyorsunuz? LÖSEVKENT Üniversitesi’ni açmamıza neden engel oluyorsunuz?” sorularına yanıt isteniyor. 
Gerçekten de son dönemde Lösemi ve Kanser hastalıklarının çığ gibi arttığı ülkemizde her gün yaklaşık 500 çocuk ve yurttaşımız bu illetten yaşamını yitiriyor. 2015 yılında tamamlanmasına rağmen ilk başta hastaneye Sağlık Bakanlığı’nca 75 yataklık ruhsat verilip yoğun bakım servisleri, ameliyathaneler, radyoterapi ve yetişkin kemik iliği nakil servislerinin ruhsatsız kalması anlaşılabilir gibi değil.
Kamu yararına olan en önemli hizmetlerin başında gelen sağlık sektöründe bu tür yatırımların gerekli denetimlerin yapılarak ivedi olarak yurttaşların hizmetine sunulması herkesin yararına olmaz mı?