Hikmeti Tabiyeci, eserlerini kaldırım taşlarında, ağaç dallarında, sokak lambalarının direklerinde sergiliyor. Kendisi birçok meslek erbabı ve Türkiye’de yaşamak konusunda profesyonel. Sokak çalışmalarıyla dikkat çeken sanatçı, takipçileri tarafından oldukça beğeniliyor

[caption id="attachment_253938" align="alignright" width="429"] Hikmeti Tabiyeci[/caption] CEMRE POLAT/ANKARA - Kendisi birçok işle meşgul olsa da benim ona en yakıştırdığım sıfat galiba “filozof” oldu. Kendi de kendinden “Mahalle filozofu” diye söz ediyor zaten. Bambaşka işler yapıyor, bambaşka olma çabası gütmeden. Kendini sıradan olmanın dayanılmaz hafifliğine kaptırmak istiyor amma ve lâkin çok da sıradan olduğunu söyleyemeyiz. Hikmeti Tabiyeci Beyefendi bir yazar, illüstrasyon ve grafik sanatçısı. En çok da iyi bir düşünür bence. Yazdığı-çizdiği her şeyde farklı çalışan bir kafanın hem o girift yapısını hem de aynı anda apaçıklığını görebiliyorsunuz. Eserlerini köşe başlarına, ağaçlara, merdivenlere, duvarlara asıyor. Bir nevi sokağı bir sergi salonu gibi kullanıyor. Gün geçtikçe sokakların mülkiyetinden vazgeçildiğinden yakınıyor kendisi. Eğer Hikmeti Tabiyeci’nin eserlerini daha yakından incelemek isterseniz, 7 Aralık 2022 tarihine kadar Çankaya-Üsküp Cadde’sindeki Karikatür Atölyesi Sergi salonunu ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kendisi bu kez sergi için bir ağaç veya kaldırım taşı yerine, gerçekten bir sergi salonunu kullanıyor. Biz de gittik, gördük, gitmişken de kendisine birkaç soru sorduk. Hikmeti Tabiyeci, sorularımızı yanıtladı: Kendinizi tanıtır mısınız? H.T-Kendimden bahsederken genellikle “illüstrasyon ve grafik sanatçısıyım” diyorum. Yazarım aynı zamanda. Kendimi mahalle filozofu olarak tanımlıyorum, iyi bir okur olduğumu düşünüyorum. İyi bir sanat tüketicisi olduğumu düşünüyorum. Türkiye’de yaşamak konusunda iyiyim, Türkiye şartlarını iyi absorbe edebiliyorum. Hikmeti Tabiyeci ne demek? H.T-Fizik Mühendisliği okudum. Hikmeti Tabiyeci de Osmanlıca fizik demek “cı”yı ben ekledim “fizikçi” gibi bir şey oldu. Mahlas aslında yani. Ankara’ya okumaya gelmiştim aslında, okumadım. Ben bu işe yazarlık yaparak başladım. Sonra illüstrasyon yapmaya başladım, ajanslarda reklam yazarı olarak çalışıyordum. Daha sonra ajans ve tasarım işlerini bıraktım, sonrasında sanata evrildi mesele. Aslında fizik mühendisliğiyle çok ayrı değil, fizik de bu kadar absürt. Yaptığınız işlerle neyi amaçlıyorsunuz? H.T-Tamamen kendimi ifade etmeyi amaçlıyorum. Halk adına konuşmayı sevmiyorum, onun yerine halktan biri olmak gibi bir derdim var. Halktan birisi kendini ifade edebilirse toplumsal gerçekçilik adına da kendini veya kamuyu ifade etmiş olur. Ekstradan bir görev üstlenmeye gerek yok bence. Resme olan ilginiz ne zaman ve nasıl başladı, ilk çizdiğiniz şey neydi? H.T-Birinin arabasını çizmiştim. Yani bir ifade yöntemi olarak düşünürsek sanatı, İlk kez öyle başladım çizmeye, sonra devamı geldi. Herhangi bir resim eğitimi almadım. Sizce sanatçı olabilmek için sanat üzerine bir eğitim almak şart mı? H.T-Bence kesinlikle değil. Yani sanatın ve sanatçının kim olduğuna bakmak lazım. Bence sanat, kamuya ait evrensel bir şey. Son dönemlerde genç arkadaşlar da çok soruyor onlara da çok söylüyorum, sanki şiir şaire aitmiş, edebiyat yazara aitmiş; ev yapmak, barınak inşa etmek mimara aitmiş gibi bir algı var. Ben böyle olduğuna inanmıyorum. Herkes kendini sanatla ifade edebilir. Sanatı bir kategoriye sokmak, akademik anlamda inceleyebilmek, insanlığa mâl etmek için belki eğitime ihtiyaç var ama sanatçıların bir eğitime ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Sadece sanatçıların çok çalışması gerektiğini düşünüyorum, hangi alanda üretim yapıyorlarsa kendilerini beslemeleri gerektiklerini düşünüyorum. Peki eğitim almak yeterli midir? H.T-Mesela Üniversitelerde Edebiyat diye bir bölüm var, öğrenciler Yaşar Kemal okuyorlar ama Yaşar Kemal edebiyat okumadı. Aksine Yaşar Kemal, elektrik dairesinde elektrik faturalarını okuyan bir memurdu. Akademik anlamdaki sanatsal branşlar bunu biraz daha profesyonelleştirip kategorize etmek amacı taşıyor gibi geliyor bana. Teknik alanların haricinde söylüyorum. Teknik olarak eğitim almak gerekiyor, evet. Sanat kim için ve ne içindir? “SANAT TOPLUM İÇİNDİR DİYEMEM AMA TOPLUMSAL MESELELERİ İFADE ETMEK İÇİN OLMAK ZORUNDA” H.T-Ben bunu çok düşündüm, “sanat nedir?” diye. Bence sanat, günlük konuşma dilimizin yetersiz olduğu noktada devreye giren bir ifade biçimi. O yüzden mesela sanatsal bir üründe “bu ne anlatıyor?” diye sormak çok anlamsız geliyor bana. Onu anlıyor olsaydık muhtemelen sanatsal bir ürün ortaya çıkmazdı diye düşünüyorum. Sanat toplum içindir diyemem ama toplumsal meseleleri ifade etmek için olmak zorunda. Sanatsal üründe ifade edilen şeyi herkes ortak anlayabilmeli. Buna farklı dillerde konuşanlar da dahil, uzaylılar da dahil. Ben Vatikan’da Sistina Şapel’inde Davut Heykelini görmüştüm, beni o kadar etkiledi ki kalp atışım hızlandı. “Vay be!” dedim ama ne anlattığını anlamaya çalışmadım. Sadece o görüntünün, o kıvrımların beynime girmesi bende birtakım duyguları canlandırdı. İşte o “Vay be!”yi yaşatan şey sanattır. Dilin yetersiz olduğu noktada bunu ifade edebilmek sanattır. Bu aslında felsefenin bir konusu, toplumsal bir kanaatle ekşiye ekşi, kırmızıya kırmızı diyoruz. Siz herkesin kırmızı dediği yeşile “kırmızı” diyor olabilirsiniz. Bence herkes aynı “Vay beee!”yi almalı. Günümüzde bu biraz azalıyor. Bunun sebebinin çok bireyselleşmenin, kendini bir birey olarak ispat etme çabasının aşırı yaygınlaşması olduğunu düşünüyorum. Yani çoğu insan aynı şeyi hissediyorken aykırı olmak gerektiğini düşünen insanlar, farklı şeyler hissetmeye çalışıyor. Toplumdaki herkes tabii ki aynı değil ama üç aşağı beş yukarı verilmek istenen hisle alınan hissin aynı olması gerektiğini düşünüyorum. “Sen de kendini ifade edemezsen sen de saldırganlaşırsın.” Ben ilk okula giderken bizim evin yakınında bir dilsizler okulu vardı ve ben okulun önünden geçmeye korkardım çünkü çocuklar çok saldırganlardı. Oradaki bir öğretmen bizim komşumuzdu, ona bu durumu sordum “neden böyleler?” diye. Hoca, hayatıma yön veren cümlelerden birisini kurmuştu, “sen de kendini ifade edemezsen sen de saldırganlaşırsın.” Kendinizi ifade edemediğinizde saldırganlaşırsınız, sanat biraz saldırganlık meselesi. Kendini ifade edemediğin zaman ortaya çıkan bir şey. Çok sosyal birisi olsaydım büyük ihtimalle bunları yapmaya ihtiyaç duymayacaktım, çünkü her gün konuşarak beynimi boşaltabilecektim. Ben akşama kadar oturup çiziyorum. Ailemdeki insanlar “acaba mental bir sorunu mu var?” diye düşünüyorlar. Ama aynısını tahta kasa üreten bir insan da yapıyor. Sabahtan başlıyor kasa çakmaya, akşama kadar devam ediyor. Kimse ona acaba mental bir sorunu mu var diye bakmıyor. Sanat kimsenin tekelinde değil. Sürekli sanat yapmak istiyorsan orada ilham değil, emek gerekiyor. Türkiye’de yaptığınız işle size benzeyen, kendinizi yakın gördüğünüz başka çizerler var mı? “İDEAL BİR RESİMDE YAZI DA OLMALI” H.T-Yok bence. Çizer ve yazar olarak elbette bir sürü meslektaşım var ama şimdiye kadar genel geçer kurallara çok bağlı kalmışız. Ben görselle yazının birbirine çok yakıştığını düşünüyorum. Bence ideal bir resimde bir yazı da olmalı, hatta mümkün olsa keşke müzik de eklenebilse. İnsanlar bir tabloya baktıklarında hem yazınsal doyum hem görsel doyum belki de hem işitsel doyum almalı. Bunu yapmaya çalışıyorum. Bu tarz bir şeyi pek görmedim. Bir de sokakta yaptığım şeyin kendisini bir sanatsal çalışma olarak görmüyorum, daha çok bir performans olarak görüyorum. Onun da mesajları çok büyük aslında, onu da yapanı çok görmedim. “Sokağın kamusal mülkiyetini unutmuşuz!” Aslında sokağın kamusal mülkiyetini unutmuşuz, eskiden aktif siyasetteydim gecem-gündüzüm sokakta geçerdi, afişler eylemler… Sokakla sürekli iç içeydim. Kendimi aktif siyasetten çekince şunu fark ettim; sokağın bana ait olan mülkiyeti değişmedi aslında. Bir birey olarak sokakla temasımı devam ettirmekte hiçbir sakınca yok. Sokakta yaptığım işin benzeri yok. Aslında birçok benzeri olan işin karışımı ama ben Türkiye’de bir benzerini daha görmedim. İşlerinizin üretim sürecini anlatır mısınız? H.T-Bir grafik sanatçısı olarak başladım iş hayatıma ve sürekli bunun sıkıntısını yaşadım. Grafikerler Türkiye’de sanatçı olarak görülmüyor. Mesela İngilizcede bu mesleğin adı “graphic art”, mesleği yapan kişiye de “graphic artist” denildiği hâlde Türkiye’de “grafiker” olarak görülüyor. Yıllardır grafik tasarımla uğraşıyorum. Fikir-sanat eserleri haricinde maddî hiçbir üretimim olmadı. Fikir ve sanat eserlerini tanımlayan sanat kanunları var bu ülkede. Sanat çevresine bunu kabul ettiremedim. O camiaya göre grafik sanatçılığı çok avam kalıyor. Türkiye’de günümüzde maalesef genellikle sanatçının imajı, yaptığı işlerden daha önde geliyor. Pandemiden önce dijital çalışmalarımı bazı sergi salonlarında sergilemek istedim. Sanatçı olduğumu kabul ettirebilmek için, sanki bu konuda üretim yapıyor oluşum yetmiyormuş gibi bir de o camiayla hemhal olmam gerektiği yanılgısına düştüm. Hiçbiriyle de anlaşamadım. Kabul edilmedim yani. Sonra bu sokak meselesi aklıma geldi. Yaptığın işlerin tanımlanmış bir dört duvar arasına koyduğun zaman senin sanatçı ve yaptığın işlerin de sanat olarak algılanması fikri büyük bir yanılgı. Ben de sokağı bir sergi salonu gibi kullanmak istedim buna da kimse bir şey diyemedi. Sanatçı olarak anılmak önemli bir aşama mı? “SANAT CAMİASINDA GİRMEK GİBİ BİR DERDİM KALMADIĞINDA SANATIMI SOKAĞA TAŞIDIM” H.T-Doktora doktor dediğinizde kimse “estağfurullah” demiyor ama sanatçıya sanatçı dediğinizde “olur mu öyle şey, o aşamaya gelmedik” diyorlar. Aslında mütevaziliğin bittiği yer her zaman ukalalıktır. Sanat, madde harici bir değer üreten bir iş koludur aslında. Dünyanın her yerinde sigortalıdır sanatçılar. Bu onların titridir. Burada genellikle böyle garip bir mütevazilik çabası var. Sanat çevresinde tanınırlığı olduğu için hiç yeteneği olmayan insanların sergi salonlarına sokulduklarını gördüm. Sanat eleştirmenliği Türkiye’de kurumsallaşmadığı için kimse bir şey diyemiyor, eleştiremiyorsun. Ama sen yıllarını vermene rağmen daha az havalı görünüyorsun diye o çevre tarafından kabul görmüyorsun. Sanatçı olarak görülmek önemli bir şey ama bununla uğraşmaktan sıkıldım. Ben de o camiaya girmek gibi bir derdim kalmadığında sanatımı sokağa taşıdım. Türkiye’de gizli kastlar var aslında. Türkiye’de tamamen imaj üzerinden şekillenen bir sistem. Bazen bakıyorum sanat çevresindeki insanlara, sanki fatura yatırmıyorlar gibi bir halleri var. Hiç para dertleri yokmuş, her yaz tatile gidebiliyorlarmış gibi bir halleri var. Bu olayların böyle olmadığını biliyorum. Türkiye’de yaşıyorsan başına her şey gelebilir. Ben hep şey derim: ‘bu ülkenin en büyük şairi, Orhan Veli, Ankara’da belediye çukuruna düşüp öldü.’ Orhan Veli’nin şiirlerine baktığın zaman aşırı marjinal görünür ama bir devlet memurudur aslında. Bu ülkenin varoluşla en çok problemi olan yazarı, Oğuz Atay, mühendislik fakültesinde bir hocaydı. Romanını yazarken bir taraftan yazılı kâğıdı okuyan bir adamdı, geçim sıkıntısı vardı. O yüzden bu imajların sahte olduğunu ve asıl ortaya konması gereken şeyin sanat eserleri olduğunu, bunun da gerçek bir teknik alt yapıyla, emekle yapılması gerektiğini düşünüyorum. Burada sanatçı görünmek ne yazık ki ne ürettiğinden daha önemli. Bunu yıkmak istiyorum bir taraftan böyle bir derdim de var. İleriye yönelik projeleriniz nelerdir? “HATIRLANMAYAN İNSANLAR ENSTİTÜSÜ” H.T-Ben bu kast ayrımına kafayı takmış durumdayım. Bir de hafıza anlamında bir sınıf ayrımı yapıldığını düşünüyorum. Toplumun yüzde doksanı hatırlanmadan bu dünyadan göçüp gidiyor ve yüzde 10’luk kısmı; o hatırlanmayanlar hatırlıyor, hafızalarında tutuyor. Tıpkı ekonomide yüzde 3’lük kısmın tüm gücü elinde bulundurmasını nasıl yüzde 97’lik kısım sağlıyorsa, yüzde 10'luk kısmın hatırlanmasına da yüzde 90’lık kısım sebep oluyor. Hatırlanmayan insanlar Enstitüsü kurmak istiyorum. Gerçekten hatırlanmayan, şakasına gülünmeyen, güzel veya yakışıklı olmayan, kimsenin en iyi arkadaşı olmayan, basit insanların hayatlarını dinleyip kayıt altına alıp hatırlanmalarını sağlamak istiyorum. Sıradan insanlar arşivi, kütüphanesi yapıp korumak istiyorum. Bence hatırlanmak evrensel bir hak. Mezarlıklar unutulmuş insanlarla dolu. Ünlü olmak demek, unutulan insanların hafızasında var olmak demek. Bu çok acı bir şey. Kendisi ölüyor ve hatırlanması gereken kişiyi hatırlama görevini kendi çocuğuna bırakıyor, o da ölüyor kendi çocuğuna bırakıyor. Bu düzeni biraz tersine çevirmek istiyorum. Dünyadaki tüm insanları hatırlamak mümkün değil tabii ki ama bu bir protesto aslında. Enstitüye gerçekten “günümüz normlarında” hatırlanmaya değmeyecek insanları sınav yaparak alacağız ve onları hatırlanır hale getireceğiz. Belki hayatlarını film yapacağız belki kitap yazacağız. Tam olarak nasıl olur bilmiyorum ama bir şekilde hatırlanır hale getireceğiz.
Editör: Ahmet Ertüm