BİR genç aktörü, mert bir sanat adamını, yiğit ve bilinçli bir Atatürkçü'yü sonsuzluğa uğurlarken çok etkilendim. Hem onu tanıdığım için kendimi kutladım, hem de bazı insanların öldükten sonra bile yaşadığını ve yaşatıldığını bir kez daha görüp anladım. Tarık Akan'ı 1990 sonlarında tanımıştım. Ege-Koop'un Kuşadası panelinde konuşmacıydı ve ben de moderatördüm. Türk sinemasının yakışıklısı Tarık Akan, beyaz perdede sanki asıl görüntüsünü bizden saklamış. Aslında öyle mütevazi, ama öylesine bilinçliydi ki, "olmuş, bu adam kor ateşinde kavrulup köz olmuş, sonra da coşup tam olmuş. Oynamıyor da karşısındaki topluluğu adeta eğitiyor" dedim içimden. Öyle ısındım ki, tanımakta geciktiğim için kendime kızdım. O dönemde sık-sık biraraya geldiğimiz yakın dostlarım Metin Akpınar ve Prof. Toktamış Ateş de onunla yakın dosttu. Panel sonunda sohbet ederken, kişilik gözlemim iyice pekişti. Topluma tepeden bakan bir yapısı yoktu. Toplumu ve insanları içinde yaşatarak teşhis ediyor ve gördüğünü anlatıyordu. İmrenmiştim ve kendisine de söylemiştim bu gözlemimi: "Belli ki çok okuyorsunuz ve okuduğunuzu anlayıp, çevrenizi daha yakından gözlüyorsunuz. Bende böyle bir izlenim yarattınız. Çok da hoşuma gitti. Çünkü, sizin yakışıklı bir aktör olarak topluma tepeden baktığınızı düşünenler çoğunluktadır. Oysa doğalsınız, içimizden birisisiniz. Yani tıpatıp bizdensiniz." Bakışlarını gözlerime dikerek beni süzdü ve bir süre sonra da, "Gazeteci olmak da budur işte, önce karşınızdaki tam tanıyacak ve anlayacaksınız, ondan sonra görüşünüzü açıklayacaksınız ve sorunuzu yönelteceksiniz. Beni yücelttiniz İsmet abi" dedi. Toktamış lafa girdi; "Tarık, boşuna mı moderatör oldu bu adam toplantıda? Adı İsmet, soyadı Solak. Bir adı daha var, o da Uluğ. Yani benimle aynı isim yöresinden tarihi dostumdur, Türk uygarlığını temsil ediyoruz" dedi, kahkaha atarak güldük. Tarık Akan, Hababam Sınıfı dizileriyle ünlendi. Ondan önceki esas oğlan rolleriyle de çok sevilmişti. Hababam sınıfı dizileri, o süper kadroyu adeta evimizin bireyleri haline getirmişti. O denli sevilip beğenildi ki, 25-30 kez izleyen komşularım oldu. Ben de ne zaman izlesem, yeni görür gibiyim. Ama gerçek usta Tarık Akan, Sürü, Maden ve Yol gibi sosyal içerikli filmlerle halkın yüreğine işledi. O artık uluslararası bir aktördü. Oynarken yaşıyor, yaşatıyor ve belliydi ki öldükten sonra yine yaşayacaktı. Nitekim vefatından sonra gerek Muhsin Ertuğrul Salonu'nda, gerek camide, gerekse doğup büyüdüğü yörenin mezarlığında kendisini uğurlayan kitleler, yani sanatseverler de bu güzel gerçeği kanıtladı. Televizyondan izledim törenleri. Kanal kanal dolaşarak izledim. Hem izledim, hem hatıralarıma daldım. Çünkü, Tarık Akan ile panel sonrasında sohbet ederken biricik kızım da TİP-1 diyabetle yeni tanışmıştı. Çok zor günler geçiriyordu. Sohbetimizi baştan sona kadar izlerken, bir şey dikkatimi çekti, Öyküm, sinemanın bu ünlü aktörünü tanıyor ve belli ki beğeniyordu. Çünkü konuşmaları öyle ilgiyle izliyordu ki, bu halini sezmemek mümkün değildi. Zaten Tarık da kendisini dinleyen genç öğrencinin benim kızım olduğunu öğrenince, onunla daha yakından konuşmaya başladı. Okulunu sordu, "Ankara Anadolu Lisesi'ni yeni kazandım" deyince daha çok yakınlaştı. Okumanın, öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu vurguladıktan sonra, "Ben inanıyorum ki, önemli bir meslekte yol alacak bir üniversiteyi bitireceksin" dedi. Kızımın çok hoşuna gitmişti bu sözleri. Sonraki günlerde de, ne zaman karşılaşsak kızımın hatırını, durumunu mutlaka soruyordu. Çünkü o insanı sevince tam seviyordu. Türk halkı da tıpkı onun gibi, sevdiğini tam seviyor. Görüldü ki, Teşvikiye Camii tıklım, tıklımdı. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ndeki tören muhteşemdi. Fazıl Say'ın üstün yeteneği törene katılanların yüreklerini hoplatırken, Zülfü Livaneli de o ünlü türküsünü söyledi ve koro ile söyletti: "Yiğidim, Aslanım, burda yatıyor!" Bu gönül türküsünü Atatürk için defalarca söylemişti Zülfü, bir de Uğur Mumcu için. Atatürk ilke devrimlerini içine sindirmiş, hayatı boyunca bu ilkelerden koparılamamış Tarık Akan için de söylerken içimden: "İşte bir yiğit daha burada yatıyor, Livaneli de bunu söyledi" dedim. " Sözün özü şu; bu dünyada öldükten sonra da yaşayan ve yaşatılanlar var ve işte biri daha orada yatıyordu! Unutulmayan ve kendilerini asla unutturmayan o kadar çok insan tanıdım ki, hangi birinin adını yazmazsam yazık olur! Yıllarca bitişik masada yanyana oturduğumuz Uğur Mumcu'yu mu unutabilirim? Yoksa Ahmet Taner Kışlalı'yı mı? Değerli hocalarım Abdi İpekçi ve Cavit Orhan Tütengil'i mi? Hablemitoğlu'nu mu, yoksa iki yıl bize sevmeyi öğretin hocamız Muhsin Ertuğrul'u mu? İşte ben, bir de bunlara katılan biricik kızım Zeynep Öyküm'ü unutamıyorum. 25 yıl TİP-1 Diyabetin en zor kompikasyonlarını çekerek acılar içinde kıvranmıştı ama, hayat mücadelesinden kopmamıştı. İnlerken bile saatlerce telefonda ve Diyabet Vakfı bürosunda Diyabetli çocuklara verdiği eğitimlerde, kendi çektiği zorlukları yenmelerini sağladığını vefatından sonra daha net gördüm. Batman'dan, Diyarbakır'a, Trabzon'dan Sivas'a, Konya ve Kayseri'den Tekirdağ'a, Ege'den Marmara'ya ve İç Anadolu'ya uzanan dört bir yerden gelen taziye mesajları ve mezarına yapılan ziyaretlerle onun ölümünden sonra da yaşatıldığını görüp övündüm. Tarık Akan ile ilgili töreni izlerken telefonum çaldı. Rahmetli Fatma teyzemin kızı, öz yeğenim Hatice aradı: "Dayıcığım, bu sabah ne oldu bir bilsen" deyince, meraklandım. Hatice duygulu bir sesle anlattı. Anlattıkça beni ağlattı: "Sabah, bizim Hanife'ye uğramak için şoseye doğru yürürken, yolun yakınında bir minibüs durdu. İçinden bir kadın ve bir genç kız indi. Benden başka da kimse yoktu ortalıkta, kız seslendi bana: Teyze sen bu köyden misin? Evet, dedim. Yine sordu: Teyze, sen SOLAK ailesini tanır mısın? Hangisini, diye sordum. İsmet Solak, demez mi? Ben de, biz onunla kardeş çocuğuyuz, dedim. Öyküm'ün hangi mezarlıkta olduğunu sordu. Ben de onlarla birlikte mezarlığa gittim, Öyküm'ün mezarı başında hem dualar ettiler, hem yakındaki süpürge ile çevresini temizlediler." İnanılmaz birşeydi ama, gerçekti bu anlatılanlar. Çok merak etmiştim. Bİr hafta önce, bayram öncesi, Ankara'dan yedi TİP-1 Diyabetli genç bir minübüs kiralayıp Kırklareli'ne gitmişler, köyü öğrenip Öyküm'ün mezarını ziyaret etmişlerdi. Babası ve annesi olarak bizi çok etkilemişti bu haber. Bu kez benzer bir olay daha yaşanmıştı. Hatice, "Bu kız ve anası Bingöl'den İstanbul'a gelmişler. Kız da Öyküm gibi Şeker Hastası imiş. Öyküm'ü tanıyamamış ama telefonla çok konuşmuşlar. Öyküm ona nasıl yemek yiyeceğini, ilaçlarını nasıl kullanacağını öğretmiş. Çok seviyormuş, İstanbul'dan yakın diye ziyarete gelmişler" dedi. Kızımı bir kez daha çok özledim ama, gurur da duydum. İşte mesele burada. Demek istediğim de zaten bu: "İnsan öldükten sonra da yaşar ve yaşatılır" derken bunu anlatmaya çalışıyorum. Öyküm aramızdan ayrılalı 5 buçuk ay oluyor. Ama, hala TİP-1 Diyabetli özellikle küçük yaştaki çocukları kendi çilesini çekerken eğitirek onları toplumla buluşturmuş ve şimdi bu çocuklar ona minnet için dua ziyaretine geliyorlardı. Yani öldükten sonra da yaşıyordu. Nereden, nereye demeyin. Türkiye Diyabet Vakfının kurucu Başkanı olan Prof. Temel Yılmaz da gönül alıcı bir haber verdi: "İsmet Abi, Şile'deki Diyabet Köyü bitti. Önümüzdeki yıl köyümüzde özellikle TİP-1 Diyabetli çocukları eğiteceğiz. Çok yararlı olacak. Çok büyük bir köy oldu. Büyük de bir salonu var. Salonun adını ZEYNEP ÖYKÜM SOLAK SALONU koyacağız. Bak, Burhaniye'de bir ÖYKÜM ABLA ÇOCUK PARKI, Şile'de bir Salon, İnternette 10 bine yakın mesaj ile Öyküm'ün adını yaşatacağız" dedi. Çok duygulandım. Kızımı yitirdik ama, belli ki yaşayacak ve yaşatılacak. Prof. Temel Yılmaz Diyabet Vakfının kurucu ve unutulmaz Başkanı idi, Kurucu ikinci başkan ise İsmet Solak idi, yani bendim. Çok çalıştı Temel Hoca çok, beni ve tüm yöneticileri de Diyabetlileri daha iyi duruma getirmek için çok çalıştırdı. Benim kızım, yani Öyküm Solak da son nefesini verinceye kadar diyabetliler için durmadan yorulmadan yardım etti. Öyküm, 35 yaşında vefat etti. Ama hem yaşıyor, hem yaşatılıyor. Tıpkı, 66 yaşında hayata ve sevdiklerine veda eden Tarık Akan abisi gibi.