Hele şükür, başladı Süper Lig’in ikinci yarısı… Meğer ne çok severmişiz futbolu…

Çoğumuz futbolcu olmasa da futbola bir ömür vermiştir. Çocuk yaşta başlamıştır futbol sevdamız. Sokaklarda oynadık bu oyunu, top bulamasak da konserve kutularıyla; kösele tabanlı kunduralarımızı paralarcasına… Ya da yalınayak oynayıp ayaklarımıza cam kırığı, çivi, diken, çakıl batması pahasına… Teşvik ya da teşvik primi nedir bilmezdik, dayak yerdik üstüne üstlük kâh babamızdan, kâh öğretmenimizden…

Almanya’dan akrabası gelmiş ve kendisine futbol topu getirilmiş çocukların mahalle maçında oynaması garantiydi, beceriksiz olsalar bile… Transfer dönemleri olmazdı, maçtan önce "aldım-verdim"le kurulurdu takımlar.

"Futbolun beşiği" denilen İngiltere’de kimse bilmez "kaleci-oyuncu"nun ne olduğunu… Takımlardan biri bir kişi eksik kalırsa, o takımın bir elemanı "kaleci-oyuncu" olurdu. Kalecinin ceza sahasından çıkması yasak sanırdık, ama "kaleci-oyuncu" kalesini koruduğu gibi, sahanın her tarafında oynar, takımının forveti gibi de iş görebilirdi. Maçın en ayrıcalıklı kişisi oydu…

"Saha düz, top yuvarlak" sözü bizim için pek geçerli değildi. Sahamız düz olmak zorunda değildi, bir yokuş da olabilirdi. Daracık sokaktaki kaldırıma giden top "taç olarak değer kazanmazdı", kaldırımda tepişmeye devam ederdik. Top da yuvarlak olmak zorunda değildi, hatta top olmak zorunda değildi. Patlak bir top, yamuk yumuk bir konserve kutusu maçımızı yapmaya yetebilirdi.

Kalelerimiz, taş, ağaç, ayakkabı, duvar gibi ikişer cisimden oluşurdu. Yan direkler, üst direk hak getire… Boyu ne olursa olsun, kaleci kollarını yukarı kaldırdığında o hizanın üstünden geçen top, yerdeki taş, ayakkabı vb. cismin üzerinden giden top "avut" olurdu.

Maçlarımızda bırakın FİFA kokartını, hakem neyin olmazdı. Yayıncı kuruluş olmadığından pozisyonun tekrarını izleme şansımız yoktu. Ama her zaman "ikna kabiliyeti" daha yüksek olan tarafın dediği olurdu.

Oyun alanlarımızın etrafında "iki buçukluklar" yoktu; topu atan getirirdi!.. Topa abanıp şutu çeken, bazen bir yokuşun en diplerinden, bazen dikenli tellerle çevrili bahçelerden topu getirmeye gitmek zorunda kaldığında, o topu oraya gönderebilme "yeteneğine" lanet okurdu! Bahçe sahibinden yenilen dayağın ilk muhatabı da o yetenekli olurdu genellikle…

"Üç korner bir penaltı" kuralını İngilizler asla bilmez! O, tamamen Anadolu’ya özgü bir kuraldır. Ne samimi bir kuraldır o… Daracık sokağın neredeyse tamamını kaplayan kalenin neresinden atacaksın zaten korneri, içinden mi?..

Ceza sahası mı? O da ne? Sokakta ceza sahası çizgisi, altı pas çizgisi ne gezer… Ceza sahası kaleden dokuz adımlık mesafedir. Kaleci kaleden biraz uzakta topa eliyle mi dokundu? Dur! Adımlar sayılır, dokuz adımı geçiyorsa penaltı!!!

Penaltı kararı verildi, ama kaledeki elemana güvenilmiyor… Penaltı atışında onun yerine bir başkası kaleye geçerse ve ilk atışı kurtarırsa penaltı ikinci kez atılır…

Maçlarımızın süresi 90 dakika değildi, süresizdi. Maç öncesi varılan anlaşmaya göre, herhangi bir taraf örneğin 5’inci golü attığında devre, 10’uncu golü attığında maç biterdi. Böyle olunca maç 10-15 dakika da sürebilirdi, 1-1,5 saat de…

Çocukluğumuzda sokaklarda oynadığımız futbol maçları hiçbir zaman "üç ihtimalli" olmazdı, çünkü hiçbir maç beraberlikle sonuçlanmazdı. İki tarafın güçleri birbirine denkse gece karanlığına kadar taraflar birbirine üstünlük sağlayamazdı. Bir beraberlik anında konsensüsle karar verilirdi: "Atan galip!" Dolayısıyla maçlarımız en çok "iki ihtimalliydi…"

Maçlarımızda bir tek ofsayt olmazdı. Sokak futbolunun beşiği Anadolu’da sokaklarda futbol oynamanın eziyetini çekmiş insanımız bütün bu kuralları ezbere bilirdi, ama ofsayt nedir bilmezdi. Tek kusurumuz da bu olsun…