Avrupa’da savaş rüzgarları esmeye başladı. Soğuk savaştan bu yana bu kadim kıtada hiç olmadığı kadar savaştan söz ediliyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından büyük bir travma yaşayan kıta ülkeleri, Moskova’nın hamlelerini güçlü bir istihbarat ağıyla yakından izlemeye başladı. Buradan çıkan sonuç Avrupa Birliği’nin gözünü korkutacak boyutta, “Rusya lideri Putin’in Baltık ülkelerine saldıracak!” 
İşte tablo böylesine vahim olunca Avrupa’da dizler titremeye başladı. Söz konusu istihbarat, Putin’in, 2004 yılında NATO’ya dahil olan 3 Baltık ülkesi Estonya, Letonya ve Litvanya’da karmaşa ortamı yaratıp şiddeti içten içe körükleyip bir müdahale ortamı yaratmayı planladığı yönünde. Böylesi bir kaotik ortamın ardından NATO’nun bu ülkelere müdahalesi kaçınılmaz olacak. Bunu fırsat bilen Moskova da konuya doğrudan müdahil olup, büyük bir savaş patlak verecek! İşte Putin yönetiminin böylesi korkunç bir planlama içinde olduğu iddiaları son dönemde Avrupa basınında sıkça dile getirilmeye, başlandı. Bu konudaki makalelerde, İsveç ve Alman Savunma Bakanları ile Alman Genel Kurmay Başkanı’nın, “Olası bir saldırıya karşı kısa sürede hazır olmaları” gerektiği yönündeki açıklamalarına geniş biçimde yer veriliyor. 
Kadim kıtada tablo böylesine ürkütücüyken, bu kez 1944 yılı Haziran’ında olduğu gibi, “General Eisenhower kumandasındaki Müttefik kuvvetlerinin Normandiya Çıkarması” da olmayacak! Zira Atlantik ötesinden ters rüzgarlar esmeye başladı. Başkanlık seçiminde yeni bir ivme yakalayan Trump, başkan seçildiği takdirde, “AB’yi cezalandırıp Avrupa’yı yalnız bırakacak.” ABD’de yeniden başkan adaylığına soyunan, ön seçimlerde gerekli oy elde edip Cumhuriyetçilerin tek adayı olmayı başaran Trump, “Avrupa’nın NATO’ya yeterli mali desteği sağlamadığını bu nedenle olası bir sıkıntıda arkalarında olmayacağı” mesajını kamuoyu önünde açıkça dile getirdi. Trump’ı kızdıran, 2014 Galler Zirvesi’nde yüzde 2’lik askeri harcama resmi hedef olarak kabul edilmesine, NATO’ya üye ülkelerin GSYİH’nın yüzde 2’si kadar askeri harcama yapması kararlaştırılmasına rağmen, bu hedefe pek çok üye ülke uymuyor. İşte bunun üzerine Trump; “Böyle bir harekatta, Rusların Avrupa’da her şeyi yapmalarını desteklerim” diye ekleyip tüm Avrupa’ya aba altından sopa göstermeye başladı! Kısaca Trump’ın başkan seçilmesi Avrupa’nın da kabusu olacak. Trump olasılığına karşı Avrupa da yepyeni bir seferberlik başladı. Savunma sanayii için savunma bütçeleri yeniden arttırılıp, rafa kaldırılan silah endüstrisinin yeniden canlandırılması için, “Güvenlik devleti yeniden ön plana çıkarılıp, sosyal harcamalarda kesintiler yapılıp, sosyal devlet ilkesinden ödün verilecek!” Avrupa bu sıkıntılı sürece, İngiltere’nin olmadığı, güçlü liderlerden yoksun giriyor. Avrupa Birliği’nin lokomotifi konumundaki Almanya ve Avrupa politikasına 16 yıl damgasını vuran Angela Merkel veya Willy Brandt, Helmut Kohl benzeri güçlü Şansölyelerin ardından bu kez Olaf Scholz, Fransa da De Gaulle, François Mitterrand ya da Jacques Chirac gibi lider karakterler yerine Emmanuel Macron gibi görece “sıradan yönetici-siyasetçilerin” olduğu dönemde yakalandı. Tüm kıtada sağ popülizmin prim yaptığı ve bu tür liderlerin önderliğindeki Avrupa’nın hamlelerinin, beğenir ya da beğenmezsiniz Putin ve Trump gibi son derece hırslı, “lider karakterli” güçlü adamların gölgesinde çok sınırlı kalacağı aşikar. 
Günümüzde 27 üyeli ulusüstü bir yapısı olan Avrupa Birliği bu sıkıntılı dönemde yeniden genişlenip güçlenmeyi hedefliyor. AB'nin genişleme takvimi Türkiye, Batı Balkanlar ve İzlanda'yı içermekte. Birliğe giriş şartları 1993'te kabul edilen Kopenhag Kriterleri ve Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması'nın 49. maddesinde belirtildiği üzere, bir ülkenin Avrupalı olup olmadığı, “Avrupa Birliği kurumları tarafından yapılan siyasi değerlendirmeyle ortaya çıkıyor.” Tamamen siyasi olan genişleme kriterlerinde malum olduğu üzere, 1963 yılında Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık antlaşması imzalamasıyla başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanan, 1999 yılında birlik üyeleri tarafından aday olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamasına rağmen konu tamamen yılan hikayesine döndü. Brüksel’in bunca yıl ayak sürümesi üzerine, müzakere süreci donduruldu, Ankara konuyu rafa kaldırdı. Buna rağmen Türkiye halen, 26 Mart 2020 tarihi itibarıyla üyelik müzakerelerine başlayan AB'ye aday ülkeler arasında gösteriliyor. Mevcut durumda Türkiye dışında AB üyeliğine aday olan 8 ülke var. Bunlar, Karadağ, Sırbistan, Kuzey Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Ukrayna, Moldova ve Gürcistan. Aday ülkelerden Karadağ, Sırbistan, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk, AB ile ile katılım müzakerelerine başladı. Ukrayna ve Moldova ile ise, 14-15 Aralık 2023 tarihlerinde düzenlenen AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde katılım müzakerelerine başlanması kararı alındı. Kosova ise potansiyel aday ülke konumunda. 17 Haziran 2010 tarihinde AB ile katılım müzakerelerine başlayan, 35 müzakere faslından 27’sini açan İzlanda ise, 2015’de AB’ye adaylığını geri çekti. Türkiye’nin dışındaki Avrupa Birliği’nin güçlenme hedefiyle üyeliğe almayı planladığı aday ülkeler, gerek nüfus ve toprak büyüklükleri gerekse ekonomik ve askeri güç açısından son derece sınırlı ve zayıftır. Avrupa Birliği’nin, “Moskova tehdidi karşısında kendisini korumak amacıyla mevcut aday ülkelerle büyüyüp güçlenmeyi hedeflemesi oldukça sığ, sınırlı ve nafile bir hamledir.”  
Türkiye’nin 1952’de üye olduğu, 32 üye ülkeden oluşan NATO da aynı AB  gibi hiç olmadığı kadar yeni üyeliklere kapılarını açıp Rusya’yı olabildiğince köşeye sıkıştırmayı hedefliyor. Özellikle 1989 sonrası konjonktürel yapıdaki değişimlerin ardından, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlarıyla BM’nin üstlenmesi gereken “Uluslararası Jandarma” misyonu NATO’ya devredildiğini görüyoruz. NATO’nun, yeni Stratejik Konsepti çerçevesinde, Finlandiya ve İsveç’in üyelikleriyle ittifakın Rusya’yla sınırları genişledi. Rusya’ya sınır üye ülkelere yapılan askeri yığınak büyük oranda artmasının ardından bu kez Rusya’nın yeni bir hamle gerçekleşmesi kaçınılmaz. Kanımızca gerek Avrupa Birliği gerekse NATO’nun, “Moskova’yı köşeye sıkıştırmaya yönelik” genişleme hamleleri, Putin’in tepesinin attırıp daha agresif bir tutum izlemesine neden olacak. Bu arada Şanghay Paktı’nı da asla hafife almamak lazım. Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın 1996 yılında oluşturdukları bu örgüt, 2001 yılında Özbekistan'ın, 2017'de Astana Zirvesi’nde Hindistan ve Pakistan'ın ve son olarak 2021’de İran’ın katılımıyla 9 ülkeden oluşan güçlü bir pakt olarak karşımızda duruyor.
Sonuç olarak, Avrupa’nın tepesinde gri bulutların dolaşmaya başladığı bu süreçte, AB içinde demokrasinin daha az konuşulup, güvenliğin daha fazlalaşacağı, alışkın olmadığımız yeni bir döneme girildi. Bu sıkıntılı dönemin henüz adı konulmadı. Yeni dönemi ülkemiz açısından değerlendirecek olursak, sırtımızdaki mülteci kamburunu atıp, ekonomik olarak toparlanma sürecine girebilirsek, Türkiye bu “gri tonların hakim olduğu sıkıntılı dönemde bir yıldız gibi parlayabilir.” Türkiye önemini, gerek Avrupa’da gerekse NATO içinde daha da artırıp, oyuncu konumundan oyun kurucu başat ülke pozisyonuna gelebilir.