Yusuf KANLI Yakın tarihimizin en önemli devlet adamlarından, rahmetli Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Bazı durumlarda olacağı gösterebilmek için olamayacakları göstermek gerekir. O zaman insanlar mümkün olanın, ya da akılcı tercihin yanında kendiliğinden tavır alır” derdi. Halkın üstün yeteneklerine, kendisi, devleti için en iyisinden yana olabilme kapasitesinden emin olmak lazım. Doğrudur, tercihlerde arada bir yanlış yapılsa da, dönemsel bakışla ele alındığında halkın doğruyu eninde sonunda bulduğunu açıkça görmekteyiz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde cumhurbaşkanlığı seçimlerine az kaldı. Nisan ayında sandıklar yine seçmenin önüne konacak, bir sonraki beş senenin cumhurbaşkanı, “toplumsal lideri”, dolayısıyla görüşmecisi seçilmiş olacak. Daha önce, diğer görevleri yanı sıra toplum lideri sıfatıyla da görev yapan rahmetliler, kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Dr. Fazıl Küçük’ün aynı zamanda “lider” olmaları ve Denktaş’ın 1964’ten ölümünden az önceye kadar yürüttüğü “görüşmeci” statüsü nedeniyle öyle bir algı oluştu. Doğrudur, Kıbrıs görüşmeleri toplumsal liderler arasında yapıldığı iddia edilmektedir. Tabii bu iddia ciddi bir palavradır. Bir tarafta tanınan bir devletin başı, diğer tarafta bir azınlık lideri algısı vardır ve çözüm bir anlamda bu nedenle de mümkün olamamaktadır. Ancak, arada bir sol kesim liderlerinin Denktaş ile ilgili söylediği ve son zamanlarda sağ kesimde Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı için söylenmekte olduğu gibi, görüşmecilik özel bir konudur. Kıbrıs Türk egemenliğinin temsilcisi Cumhuriyet Meclisi ise ve bir bütün olarak Kıbrıs Türk halkını temsil ediyor ise, o zaman Rum tarafıyla görüşmeleri de meclis adına ve meclisin atayacağı cumhurbaşkanı veya bir başka görüşmeci, meclisin verdiği yetkiyle Kıbrıs Türk halkı temsilcisi sıfatıyla yürütmelidir. Nitekim, 2013’te Denktaş zamanın başbakan ve yardımcısına görüşmecilik yetkisini meclisin de rızasıyla devretmemiş miydi? Ancak, liderliğe, cumhurbaşkanlığına aday olacak olan siyasi kimliğin aynı zamanda görüşmeci de olabileceğini, görüşmelerin federasyon seçeneğinden iki devletli, ya da konfederal çözüme doğru hedef değiştirmesi gibi çok zor bir dönemden geçilir iken görüşmecinin donanımının, diplomasi becerisinin ve daha da önemlisi ulusal davayı tüm toplum katmanları ve Türkiye ile birlikte yürütebilme yetisine sahip olması gerekmektedir. Liderin, cumhurbaşkanının hangi partiden olabileceği ayrı bir tartışmadır ve KKTC gerçeğinde önemli bir anlamı da vardır. Büyük partiler, küçük partiler diye bir algı vardır. Kamuoyu yoklamalarında önde ve geride partiler ve adaylar vardır. Ancak zaman ne parti fetişizmi ne de partisel ya da kişisel kültler veya torun, torba, evlatların siyasi ikbali endişeleri üzerinden siyaset yapma zamanı değildir. Mesela, eski Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun ne dediği gibi, yine eski Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın ya da sağdan, soldan eski başbakanların, eşlerinin, kızlarının, oğullarının ne dedikleri ya da demedikleri de önemlidir. Ancak, o kadar. Her dönem açılır ve kapanır, kapandığını fark edebilmek ve bir adım geride durabilmek hem cesaret hem de gerçekçilik gerektirir. Kimin kızı hangi koltuğu istiyor, kim hangi sıfatla ve kimin kaprisiyle nasıl ekonomik sıkıntılar içerisinde tatlı iltimaslar, kamu imkanları bekliyor hep önemli konular ama ne davayla alakaları var ne de toplumsal talepler, beklentiler ile. Yetmedi mi artık ben merkezci siyaset anlayışı? Eroğlu yaptığı açıklamalarda usulünce partisinin çıkaracağı cumhurbaşkanlığı adayının kazanması için elinden geleni yapacağını söylüyor. Göründüğü kadarıyla “İstemem, yan cebime koy” durumuna gelmiş bir Başbakan Ersin Tatar var Ulusal Birlik Partisi cephesinde. Halkın Partisi lideri Dışişleri Bakanı Kudret Özersay’ın sadece aday olmayı değil seçilmeyi de istediği, bundan dolayı UBP oyuna ihtiyaç duyduğu herkesçe malum. Tatar aday olur ise hem koalisyon kuruluş aşamasındaki “aday olmayacağım” sözü hem de koalisyon içi karşılıklı güven çökecek. Hükümet de çöker mi? Belki seçim sonucuna kadar dayanır ama güven ana direği çatlamış ya da kırılmış bir yapı doğal olarak çok yaşayamaz. “Hep bana, Rab bana” anlayışı depreşen ve verilen söze rağmen aday olunarak HP’ye ihanet eden UBP adayı kim olur ise olsun HP oyunu alamayacağı aşikar. Kısaca yüzde 30’larda bir oyla ikinci tura kalabilecek UBP adayı büyük bir olasılıkla benzer bir oyla ikinci turda sandıkta kalacak. Nitekim kamuoyu yoklamaları da şimdiden bunu sergilemekte. Yeni Doğuş Partisi ve Demokrat Parti oyunun seçilme için başarılı olabileceği beklentisinin gerçekçilikten yoksun olduğunu 2015 seçimi yeterince sergilemiş olmalı aslında ama siyaset bir parça da ümit oyunu herhalde… Solda ise Cumhuriyetçi Türk Partisi başkanı, eski Başbakan Tufan Erhürman ile mevcut Cumhurbaşkanı Akıncı arasında bir yarış ortaya çıkmakta. Eski Cumhurbaşkanı Talat’ın Rum basınına son verdiği mülakatlarda “Akıncı artık Kıbrıs sorununu çözemez…” vurgusu ve “Federasyon çözümünün terk edilmesinin sorumlusu Anastasiades” suçlaması hem CTP’den Akıncı’ya en azından birinci turda oy kaymayacağını hem de solda bile artık federasyon harici çözüm fikirlerinin tartışılabildiğini göstermekte. Yine de CTP içerisindeki Kıbrıs Rum komünist Akel partisi yandaşlarının adayın kendi partileri lideri bile olsa, 2015’deki gibi ikili oynayıp, CTP’nin adayını sandığa gömebileceği de dikkate alınmalı. Denilebilir ki Talat kendisi aday olmak için tartışma çıkartıyor. Olabilir. Doğrusu Talat ile belki CTP daha iyi bir rüzgar yakalayabilir, ama çok zor. Diğer yandan, diyelim ki ikinci turda Tatar ve Akıncı, ya da Erhürman ve Tatar yarıştı. He iki sol adayın karşısında gerek ekonomi-mali politikalar gerekse de Türkiye ile ilişkiler açısından fark atabilecek Tatar’ın Kıbrıs sorunu konusunda slogandan öte bir başarı göstermesi için çok ciddi bir çalışma içerisine girmesi umarım yararlı olur. Ayrıca onca kırgınlıktan sonra – ve 2015’de Akıncı’ya kimler oy verdiği analizi yapılınca – HP’den Tatar’a ne kadar oy gidebilir konusu da iyice gözden geçirilmeli. Ne dedik, olamayacakları listeleyip, olabileceği göstermek eski bir siyasi öğreti gereği. Gösterebildik mi? Görebildik mi? Hiç zannetmiyorum. Asırlar ötesinden sesi geliyor Ebû Müslim Horasânî’nin. “Onlar, şerrinden emin oldukları için, dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı. Ama uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca da yıkılmaları mukadder oldu.” Duyuyor musunuz?