Bu bölümde, devr-i Osmanlı'da yürütülen meşrutiyet ve hürriyet mücadelesinin en keskin gazetesi olarak öne çıkan Muhbir gazetesini ele alacağız.

Muhbir, Diyarbekirli gayrımüslim Filip Efendi tarafından 1866 yılının son demlerinde kurulmuştu. Filip Efendi, muhalif çizgide yayın yapmasını istediği gazetesine popülaritesi yüksek ve aynı zamanda kalemi kuvvetli bir gazeteci arıyordu. O vakitler, Şehzade Camiî'nde vaaz veren bir hoca İstanbul halkı arasında nam salmıştı. Vaiz, güçlü hitâbeti ve İslâmî hususlara olan derin vukufiyeti sayesinde çevresinde geniş bir cemaat oluşturmuştu. Filip Efendi, bu şöhretli vaizi takibe almıştı.

Başına beyaz sarık dolayan bu vaiz, henüz 28 yaşını sürmesine rağmen Kuran-ı Kerim'i defalarca hatmetmiş; hadisleri dahi ezberine yazmıştı. "Sahih-i Buhari"deki (Buharî'nin hadis derlemesi) mükerrer hadisleri ayıklayabilecek birikime ve müktesebata sahipti. İslâm fıkıhına olan hâkimiyeti, ulemâ sınıfı tarafından takdir ediliyordu. Devrin sadrazamı Fuad Paşa bile onun Şehzâdebaşı Camiî'ndeki bir vaazına katılmıştı. İşte bu vaiz, Ali Suavi Efendi'den başkası değildi.

Ali Suavi, kendi devrinin "Nev'i şahsına münhasır" insanlarından biriydi. Sadece İslâmî konularda değil, felsefe-teoloji, eğitim, dış politika ve iktisat meselelerinde de bilgi sahibi olan münevver bir zattı. Üstelik bu hususlara, vaazlarında yer vererek, vaizliğin geleneksel sınırlarının ötesine geçmişti. Ali Suavi, Filip Efendi'nin tam aradığı adamdı. Genç vaiz, Filip Efendi'nin gazetecilik teklifini kabul etti ve gazetenin yönetimini üstlenmek kaydıyla "sermuharrir", yani başyazar olarak Muhbir'in başına geçti.

Muhbir gazetesi, yayınlandığı dönemde denilebilir ki; hükümete karşı en sert muhalefet yapan gazete olmuştur. Bu özelliği sebebiyle 19. Yüzyıl Osmanlı-Türk basın tarihinde en çok isim yapan; üzerinde en çok konuşulan gazete olarak kabul edilir. Muhbir'in, yayınlandığı dönemde bu kadar sükse yapmasının asıl nedeni ise hiç kuşkusuz Ali Suavi'dir; onun heyecanlı, öfkeli ve korkusuz bir üslûpla iktidara kafa tutan "bıçaksırtı" yazılarıdır.

Ali Suavi, 1867 yılının Ocak ayından itibaren art arda kaleme aldığı başyazılarında, Bâb-ı Âli hükümetinin ekonomi, dış politika ve eğitim konularında takip ettiği politikaları tavizsiz bir üslûpla eleştirmeye başladı. Ortaya çıkmıştı ki yalnızca hitabeti değil, kalemi de bir o kadar kuvvetliydi. Muhbir gazetesi, kısa zamanda halk nezdinde karşılık bulmuş; başına Namık Kemâl'in geçtiği Tasvir-i Efkâr'la birlikte özgür ve bağımsız gazeteciliğin yeni temsilcisi olmuştu.

Agâh Efendi'nin 1866 baharında Tercüman-ı Ahvâl'i kapatmasının ardından Ziya Bey'in de (Sonradan Ziya Paşa) Muhbir'de yazmaya başlaması, gazetenin meşrutiyetçi yönü ile muhalif kimliğini tescillemiş oldu.

Muhbir gazetesinin ilk dönemindeki yazı ve haberlerinin ağırlığı eğitim üzerineydi. Mahalle mekteplerinden medreselere kadar, neredeyse eğitimin bütün sorunları ele alınıyordu. "Maarif" başlığı altında müfredat, metod, fen derslerinin ihmâl edilmesi ve medrese eğitim sisteminin eksiklikleri gibi konular, gazetede hemen her gün yayınlanırdı. Tabi ki hükümete yönelik bol eleştiri ve itirazlarla birlikte...

Bu içerikteki yazıların altında, Ali Suavi'den başka, zaman zaman Ziya Bey'in imzası da olurdu. Doğrusu, Ziya Bey, hükümete yönelttiği kıyasıya eleştiriler hususunda Ali Suavi'den pek geri kalmıyordu. Hâliyle ağır eleştiriler, Bâb-ı Âli hükümetinin ileri gelenlenleri ile Sadrazam Âli Paşa'nın canını iyiden iyiye sıkıyordu.

Gazetede ayrıca, dilin sadeleştirilmesi, buna bağlı olarak gazeteciliğin yeni dili, kalkınma ve gelişme için bilimin önemi sıklıkla vurgulanıyordu. Üzerinde en çok durulan konulardan biri ise "fikir hürriyeti" idi.

O dönemde yaşanan önemli bir siyasî hadiseyi anlatarak Muhbir'in hikâyesine devam edelim. Zirâ bu konu, devrin gazetecilerini yakından ilgilendirmektedir.

Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa, Devlet-i Aliyye'de önemli görevler üstlenmiş mühim bir zattı. Maliye ve Maarif Nazırlığı yapmıştı. 1866 yılında devletin mâli işlerini düzene sokmak için oluşturulan “Meclis-i Âli-i Hazain” adlı kurulun başkanlığına getirilmişti.

Hâl böyleyken; Fuad Paşa'nın malî politikalarını tenkit etmekle kalmayıp, bir de doğrudan Sultan Abdülaziz'e hükümetin bu husustaki başarısızlıklarını sıralayan bir tezkere yazınca, Sadrazam tarafından derhâl görevinden azledilmişti. Üstelik, Mustafa Fazıl Paşa'ya 24 saat içinde İstanbul'u terk etmek zorunda olduğu bildirilmiş; (4 Nisan 1866) O da bunun üzerine, Mısır'a dönmeye karar vermişti. Ne var ki ağabeyi olan Mısır Valisi İsmail Paşa dahi onu istemiyordu. Oysa veraset sistemine göre, ailenin ikinci büyüğü olarak bir sonraki Mısır Valisi kendisi olacaktı... Kahire kapısı da yüzüne kapatılınca, el mecbur bir vapura binerek kendisini Paris'e sürgün etti.

Mustafa Fazıl Paşa, bir süre sonra hem padişahtan hem de ağabeyinden, büyük bir darbe daha yiyecekti. Sultan Abdülaziz, Mısır'daki veraset sistemini yeniden tanzim eden bir ferman yayınlamıştı. 27 Mayıs 1866 tarihli fermana göre, verasetin ailenin en büyüğüne değil; babadan oğula geçmesi hükme bağlanmıştı. Artık "Mısır Hıdivi" olarak anılmaya başlanan İsmail Paşa, Paris'teki kardeşinin mal ve mülklerini satarak, ona 4.5 milyon Sterlin göndermişti. Bu ödemeden sonra Fazıl Paşa'nın sadece hıdivlikle değil, Mısır ile de ilişkisi kopmuştu.

Fazıl Paşa, intikam hırsıyla Abdülaziz'e hitaben "Padişahların sarayına en güç giren şey doğruluktur. Onların etrafında bulunan kimseler, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar" sözleriyle başlayan zehir-zemberek bir mektup yazdı. Devletin idarî yapısına, iç ve dış politikalarına ağır eleştiriler getiren mektup, Avrupa gazetelerinden sonra Ali Suavi tarafından 8-10 Şubat 1867'de Muhbir gazetesinde yayınlandı. Devrin şartları göz önüne alındığında, o mektubu Muhbir'de yayınlamak, cesur olmanın ötesinde gazetecilik açısından epey cüretkâr sayılabilecek bir tavırdı. Hiç şüphe yok ki tehlikeli sulara açılmanın Ali Suavi ve gazetesi için ağır bir bedeli olacaktı. Haftaya, kaldığımız yerden devam edeceğiz.