Mâzisi bir asrı bile bulmayan Osmanlı-Türk basının kısa tarihi baskı, hapis, sansür ve sürgünlerle geçmiştir. Bu tarihsel süreç, Osmanlı-Türk basınının sivil gazeteciliğe geçişini temsil eden özel gazetelerin yayın hayatına başladığı 1860 ve sonrasındaki dönemi kapsamaktadır.
Osmanlı'da, gazeteler üzerindeki baskı ve yıldırma girişimleri yalnızca mutlakiyet dönemine özgü değildir. 1908 İhtilâli ile Abdülhamid'e yeniden meşrutiyeti ilan ettiren İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarında bile gazeteciler, ağır baskılara maruz bırakılmışlardır. İktidar değişmiş; ne var ki gelen gideni aratmıştır.
Daha acısı... Basın tarihimizdeki ilk gazeteci cinayetleri bizzat İttihatçı fedailer tarafından işlenmiştir. Ne tuhaf değil mi? Hürriyet mücadelesi vererek iktidara gelen meşrutiyetçi bir siyasî hareket dahi, karşıt görüşlü gazetecilere tahammül edememiş; onları, enselerine birer kurşun sıktırarak infaz etmiştir. Bu cinayetlerin failleri bellidir ve sırası geldiğinde bu elim hadiseleri ayrıntılı olarak ele alacağız.
Bu girizgâhın ardından, Osmanlı'daki ilk sansür ve sürgün kanununun nasıl çıktığını anlatmaya başlayabiliriz. Esasında kanun değil, kanun hükmündeki bir kararnameden söz ediyoruz: Tıpkı günümüzdeki KHK'lar gibi...
Kararname çıkarılmadan kısa bir süre önce Nâmık Kemâl'in Tasvir-i Efkâr'da, "Şark Meselesi" başlığı ile kaleme aldığı yazılar, anlaşılan o ki Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa için bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu yazı üzerine Âli Paşa, Nâmık Kemâl'i resmen gazetecilikten men etmişti. Sadrazam, Nâmık Kemâl'in gazetesindeki Şark Meselesi ile ilgili yazısının bazı bölümlerini kırmızı kalemle çizerek şunları söylemişti: “Devletin zaafını millete söylemeyi, bir vatanperverlik eseri olarak bulmam..."
Sadrazam Paşa, Nâmık Kemâl'in yazısından sonra 27 Mart 1867'de, Sultan Abdülaziz'in "tensip ve tasvibi" ile Osmanlı-Türk basınının üzerine yıldırım gibi düşen olağanüstü bir kararname yayınlamıştı. Bu kararname ile ilk basın kanunumuz olan 1864 Matbuat Nizamnâmesi geçici olarak yürürlükten kaldırılmış; Bâb-ı Âli hükümetine, gazeteler hakkında (kapatma dâhil) hemen her konuda idarî kararlar alma yetkisi verilmişti.
Âli Kararname gazetecilerin, baskı, sürgün ve dolaylı sansür anlamına bu düzenlemeye "alaycı" bir yaklaşımla taktıkları isimdi aslında... Sıkıyönetim genelgelerini andıran bu yasal düzenleme, Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa'ya atıfta bulunmak için İstanbul basınında Âli Kararname (Yüksek-Yüce-Ulu Kararmame) olarak anılmıştır.
Kararname, hükümete başı-sonu belli olmayan yetkiler tanıyordu. İktidara, gazeteleri süreli/süresiz kapatma yetkisi bahşedilmişti. Kararnamedeki idarî yetkilerin tam olarak ne olduğu detaylı olarak tanımlanmadığı için devlet adamları, herhangi bir gerekçe yaratarak, basın üzerinde istediği yaptırımı uygulayabilecekti. Hükümete, müphem ve olağanüstü yetkiler veren Âli Kararname, basının tepesinde sallanan keskin bir kılıç gibiydi.
Bu durum, gazetecilerin başlarını derde sokmamak için daha dikkatli bir lisan kullanmasına sebep olacak, hatta onları mecburen oto-sansüre yöneltecekti. Tanımsız idarî yetkileri kullanarak, gazetelerin kapısına kilit vurmak da bir çeşit sansürdü zaten... Hükümetin, herhangi bir gerekçeyle geceyarısı matbaalara baskın düzenleyerek, gazetelerin ertesi gün çıkmasını engellemesi kaba sansürün daniskası değilse ne idi?
Basını, zapt-ı rapt altına alan bu olağanüsü kararnamanenin gerekçesini okumakta fayda vardır: "İmparatorluğun esaslarını zedelemeyi göze alan, memleketi tarafsız müdafaa edeceklerine, memleket düşmanlarının emrine tâbi olarak muzır fikirlere aracılık ederek muzır havadisleri neşretmeleri...”
Kararnamenin gerekçesini tüm ayrıntılarıyla yazarsak, hükümetin o dönemde faaliyet gösteren gazetelerden neler beklediğini ve sansüre nasıl kapı açtığını daha doğru değerlendirebiliriz. Dikkat edilirse, gerekçenin üslûp ve içeriğini oluşturan dil, gazetecilerin her dönem âşina olduğu yasaklamaların dayandırıldığı "hukukî" metinleri çağrıştırmaktadır.
“Dersaadet'te çeşitli dillerde basılmakta ve neşr'olunmakta olan gazetelerin bir kısmının bir müddetten beri kullanmakta oldukları dil ve meslekleri, vazifeleri gereği olan ahlâkın iyileştirilmesi merkezinden çıkarak, memleketin genel menfaatlerine tamamen aykırı bir yola girip ve çok kere devlete dahi dil uzatmak derecesine kadar cesaret edip, yaşadıkları, geçindikleri ve tahsil gördükleri memleket hakkında, başkalarınca yapılagelen itirazların def’ine çalışacakları yerde, kendileri bu fesata alet olan bir takım zararlı fikir ve havadisleri de neşretmektedirler. (…..) Gazetelerin asılsız ve uydurma yayınlarının sonucu ahali arasında müsamahayı gerekli kılacak hareketlerin oluşabileceğine kayıtsız kalınmaması hükümetin vazifesi gereği olup, şu halin düzeltilmesi halkın da faydası gereğidir. Her vakitten ziyade asayişin temini ve düzene ihtiyaç olduğu şu günlerde, bu kural hilafında bulunan gazeteler ve risalelerin bütün devlet ve millete olan zararlarının önlenmesi için Matbuat Nizamnâmesi haricinde hükümetçe önleyici tedbirler alabilmek amaçlı muamele yapabilmesine karar verilmiştir”.
Kararnamenin yayınlanmasından hemen sonra özellikle muhalif gazeteler, süre sınırı olmaksızın kapatılmıştır. Nâmık Kemâl'in Tasvir-i Efkâr'ı, Ali Suavi'nin Muhbir'i ile birlikte Ayine-i Vatan ve Utarit adlı özel gazetelerin yayınları derhal durdurulmuş, matbaaları mühürlenmiştir.
Âli Kararname veya "Kararname-i Âli" olarak anılan düzenleme sadece basın özgürlüğüne değil, aynı zamanda halkın haber alma özgürlüğüne indirilen demirden bir yumruktu. Olağanüstü koşulların, olağanüstü sonuçlarından biri olarak gösterilse de esas amaç, muhalif basını susturmaktı. Kararnamenin ruhunda yatan; fikir ve ifade özgürlüğünün basın vasıtasıyla kullanılmasına set çekmek arzusuydu.
Sadrazam Âli Paşa, gazeteleri kapatmakla yetinmedi. Osmanlı-Türk basınının öncüsü sayılan aydın gazetecileri de sürgüne gönderme kararı aldı. Nâmık Kemâl Vali Yardımcısı olarak Erzurum'a, Ali Suavi Kastamonu'ya, Ziya Bey ise mutasarrıf olarak Kıbrıs'a sürgün edildi. Böylece gazeteciler, ilk kez sürgün cezası ile tanışmış oldu.
Kararname, "geçici" kaydıyla çıkarılmıştı; ama göreve yeni başlayan bütün Bâb-ı Âli hükümetleri, basın üzerinde tahakküm kuran bu zapt-ı rapt kararnamesine hiç ilişmediler. Şartların değişmediğini öne sürerek, onu yürürlükte tutmaya devam ettiler. Hâl böyle olunca, geçici kararname 42 yıl boyunca yürürlükte kalacaktı. Ta ki, 1909 yılındaki meşrutiyet hükümeti tarafından kaldırılana dek...