Ölüm yaşayan canlılar için hem yabancı hem tanıdık bir kavram aslında. Bazılarımız bir son olduğuna, bazılarımız ise yeni bir başlangıç olduğuna inanıyor. Bilmediğimiz, hatta anlamadığımız bir kavram olması sebebiyle çoğunlukla korkarız. Sevdiklerimizden uzak kalacağımız için, ne olduğunu bilmediğimiz için ya da basitçe yaşamayı sevdiğimiz için. Churcill ölüm korkusu hakkında şöyle demiş: “Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü ölümden korkuyorsanız daha ölmemişsiniz demektir. Eğer ölmüşseniz, zaten korkacak bir şey kalmamıştır”. Kulağa çok “edebi” gelse bile bence pek reel bir şey değil bu söz yine de. Şöyle ki, yaşamaktan zevk alıyorsanız, sevdikleriniz ve sizi sevenler varsa, hele ki çağımızın illeti kanser gibi bir hastalığınız var ve size bir yaşam süresi biçilmişse ölümden korkmamak cesaret ister. İşte anlatacağım hikaye daha doğrusu başlıkta işaret ettiğim hatıram tam da bununla ilgili.
Prof. Dr. Erkmen Böke 1939, Konya Ereğli doğumlu idi. İhtisasını Almanya’nın Essen eyaletinde yapmış, burada muhterem eşi Renate Böke ile evlenmiş ve yurda dönerek Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Bölümüne başlamıştı, ta ki 2006 yılında emekli olana dek. Kendisi üzerimde emeği olan kıymetli bir hocamdı. Almanya’da ihtisas yaptığı ve eşi Alman olduğu için kendisine “Herr Boeke” dendiği de olurdu. Erkmen Bey herkes gibi bir insandı. Doğruları vardı, hataları da. Sevenleri vardı, sevmeyenleri de. Sevdikleri vardı, sevmedikleri de. Ben kendisini severdim ve saygı duyardım. Tersi çok fenaydı, çok fena azarlardı kızdığında, eski tarz Hoca’lardandı ne de olsa. Bu hikaye işte onun ölüm hikayesi. Beni hep çok etkiledi, her hatırladığımda tekrar tekrar şaşırttı, duygulandırdı.
Erkmen Bey, emekli olduktan bir süre sonra kendisine akciğer kanseri tanısı kondu, ameliyat oldu, tedavi aldı vs. ama sonrasında ileri evre olması sebebiyle bir şey yapılamayacağı kararı verildi ve ona da beklenen kısa bir yaşam süresi olduğu söylendi. Hep metanetle karşıladı. Zor insandı, bazen çok gergindi, ama değişik bir insandı. Hikayenin başlangıcı biraz ilgisiz gibi gelebilir ama sonunda nereye bağlanacağını da anlatacağım.
2013 Nisan döneminde doçentlik sınavı başvurumu yapmıştım. Jüri belli oldu Eylül gibi. O zamanki sistemde bilimsel dosyanızı 5 asıl, 2 yedek jüri görevli “alan” profesörlerine yolluyordunuz, oy çokluğu ile “dosya” geçerse sözlü sınav yapılıyor ve eğer onu da başarılı ile tamamlarsanız, doçentlik ünvanı almaya hak kazanıyordunuz. Jüri belli olduğunda, sizi yetiştiren hocalarınız, teammüller gereği jüriyi telefon ile arar ve sizin bilimsel ve cerrahi tecrübe olarak doçentliği hak edip etmediğinize bir nevi kefil olurlardı. Bende Erkmen Hoca’dan icazet istemiştim. O dönem hastalığının ve ömrünün son zamanları idi ve evinde vakit geçiriyordu, sıklıkla yatıyordu. Bana evine gelmemi ve jüriyi arayacağını söyledi. Ziyaretine gittim. Jüriye baktı ve arayacağını söyledi. Benim yanımda aramasının uygun olmayacağını söyleyerek “Renate sana bir kahve yapsın ben konuşurken” dedi. Muhterem eşi ile kahve içerken gerekli aramaları yaptı. Ne dediğine şahit olmadım, ama hikayenin sonunda dediklerini öğrenmiş oldum. 
2014 yılbaşı gününden hemen önce ya da sonra durumu ağırlaştığı için Hacettepe Üniversitesi Onkoloji yoğun bakıma yatırıldı. Solunum sıkıntısı çekiyordu ve pek de vakti kalmamıştı. Ziyaretlerimizde durumun giderek ağırlaştığını görüyordum ama kendisi çok sakindi. Farkında idi her şeyin ama soğuk kanlı idi. Oksijen ve basınçlı maske ile destek alıyordu ama artık o da yetmiyordu. Solunum makinesine bağlanması gerekiyordu ama oradan da çıkış olmadığını çok iyi biliyordu. En sonunda doktorlara yakınlarını çağırmalarını ve onlarla vedalaşmak istediğini söyledi. Eşi Renate Hanım ve iki oğlu geldi, onlarla vedalaştı. Gitme vaktim geldi diyordu sanki. Sonra doktorlara “Beni uyutun” dedi. Bu artık makineye bağlayın demekti ve 2 gün sonra da vefat etti. Sanki sevgi ile karşılamıştı ölümü, soğuk kanlılıkla. Bu, hep yaşadıklarını sevabı ve günahıyla, doğrusu ve hatasıyla hazmetmiş ve kabullenmiş olduğunu hissettirdi bana. Çok zor bu şekilde hissedebilmek diye düşündüm hep. Ölümü kucaklamıştı senden korkmuyorum diyerek. Ben yaşadım, vaktim doldu diyordu Azrail’e. Sevgiyle karşılıyordu ölümü nasıl bir anne bebeğini sevgiyle karşılıyorsa.
Aradan zaman geçti, Şubat ayında doçentlik sınavına girdim ve başarı ile tamamlayarak doçentlik ünvanı almaya hak kazandım. Jüri başkanı Prof. Dr. Velid Halit sınav bitiminde bana “Erkmen Abi seni ne kadar çok seviyormuş Barış” dedi. Bende rahmetliyi ne kadar sevdiğimi ve saygı duyduğumu söyledim. Ama aklıma takıldı, bunu söylemesinin ayrı bir sebebi olmalıydı, sordum Hoca’ya neden böyle söylediğini. Bana dedi ki “Erkem Abi beni sınavın için aradı ve senin için çok iyi şeyler söyledi. Bende kendisi ile uzun zamandır konuşmamıştım. Nasıl olduğunu sordum konuşmanın sonunda bayadır görüşmedik diyerek. Bana son evre akciğer kanseriyim, az vaktim kaldı Velid dedi sanki önemsiz bir şeyden bahseder gibi” dedi. İşte o zaman anladım ki Erkmen Bey o zamandan beri ölümü kucaklıyormuş sevgi ile. Sanki önemsiz bir olay, sıradan bir şey gibi.
Ölüm tabii ki korkulası bir kavram sonrasını da bilmediğimiz. İnsan bilinmeyenden korkar çünkü. Erkmen Bey’in ölümle imtihanı daha önce benzerini görmediğim, duymadığım, şahit olmadığım bir sınavdı ve Erkmen Bey o sınavı başarı ile geçti. Yaşamını hazmetmiş ve kabullenmişti her yaşadığını. Nur içinde uyusun “Herr Boeke”. Tanrı herkese bu kadar metanetli bir ölüm bahşetsin vakti geldiğinde ve hazmedebileceği bir yaşam.