Yusuf KANLI Geçen hafta Gazeteciler Cemiyeti heyetinin bir üyesi olarak Brüksel’de idim. Başkan Nazmi Bilgin ve Başkan Vekili Savaş Kıratlı ile birlikte Avrupa Parlamentosu’nun 3-4 Mayıs günlerinde düzenlediği Türkiye’de ifade özgürlüğü konulu bir konferansa katıldık. Üzücü anlar yaşadık. Ülkemiz adına hayıflandık. Denilenlerin, iddia edilenlerin çoğunluğu maalesef yanlış da değildi. Ancak bazı sözlere tahammül etmek zordu. Öyle ki, bilhassa Kıbrıs Türk toplumundan gelen ama Kıbrıs’ı işgal toprağı gördüğünü söyleyebilecek kadar Kıbrıs gerçeklerinden, izandan yoksun ya da alenen zihnen satılmış bir şahsa tahammül göstermek en sabırlı insanın sınırlarını bile zorlayacak gayret gerektiriyordu. Hem KKTC Başbakanlık örtülü ödeneğinden her ay yardım alacaksın, hem açıkça ne KKTC’ye ne de Kıbrıs Türk mücadelesine saygı göstereceksin. Apaçık aymazlık. Tabii ki ifade özgürlüğüne saygı çerçevesinde dediklerine ses çıkarmadık. Niye itirazda bulunmadığımızı soranlara da Mevlana’nın “Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek bir cevabım var. Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye” sözünü gayet net hatırlattık. Bir yerlerden kaçarmış gibi her söze girmeye, her lafa cevap vermeye çalışmak her zaman gerekli ve yararlı olmayabilir. Malum zat zaten örneğini çok yakından ve acı bir şekilde yıllardır yaşadığımız gibi karşıtlıktan, saldırıdan, kutuplaşmaktan ve hatta kendisine fiziki saldırıdan besleniyor. Elbette altını çizerek söyleyeyim, fiziki kuvvet kullanarak birisini veya bir medya kurumunu baskı altına almak asla kabul edilebilecek bir şey değildir. Kıbrıs sorununun çözümü daha birçok nedenin yanı sıra bu gibi fırıldakların da susmalarını sağlayacaktır. Hem KKTC örtülü ödeneğinden hem de karşı taraftan nemalanmak ve sonra da her türlü kutsala saldırıda bulunmak özel yetenek gerektiren bir konu olmalı. Ne o arkadaşın ne de diğer muarrızların çözüm istencinden asla şüphe duymamak lazım. Her zaman söylediğim gibi sağcısıyla, solcusuyla aklı başında tüm Kıbrıs Türkleri adadaki sorunun bir an önce barış anlaşmasıyla sona erdirilmesini talep ettiklerinden asla şüphe duymamak lazım. Çözümden, barıştan, statükonun değişmesinden yanan olmamak mümkün değil. Tamam Rum kesiminde de statükonun değişmesi talebi vardır ancak onların değişmesini istedikleri konu adanın bir bölümündeki Kıbrıs Türk kontrolünün sona erdirilmesi, adada Rum egemenliğinin tamamen sağlanmasıdır. Kıbrıs Türkleri bu sorun ortadan kaldırılıp, uluslararası toplumla birleşmek istemektedir. Söylemesi zordur ama Kıbrıs Türk toplumu açısından tehlike sadece Rumlardan değil, aynı kanı, kültürü paylaştığımız Türkiye’den de gelmektedir. Asimilasyon yoluyla gerek kültür gerekse toplumsal varlığı tehdit altındadır Kıbrıs Türkünün. Yani “dün gelen” ile “bugün gelen” maalesef aynı değildir veya en azından geldikleri gün farklıdırlar. Kıbrıs Türk kimliği ve kültürü korunmalı ve geliştirilmelidir. Kim nasıl görürse görsün, ben her zaman çözüm yanlısı oldum. Ancak çözüm ne Ruma yama, ne de Türkiye’ye parça olmaktan geçer. Çözüm Rum ile yan yana yaşamamızı sağlamalı, kısa süre içerisinde osmosise kapı aralamamalıdır. Kim ne derse desin, Annan Planı süreci ciddi bir sosyal mühendislik olayıydı. Kıbrıs Türkü çeşitli vaatlerle kandırıldı, çözüm olsa da olmasa da evet dediği takdirde yarının daha iyi olacağına inandırıldı. Rumlar hatır deyip AB üyesi olurken Kıbrıs Türküne verilen vaatler tutulmayıp yine açıkta kalınca ciddi bir travma oldu. Son süreç de keza çok ciddi ve kabul edilmesi çok zor ödünlerle belli bir aşamaya geçildi. Maalesef verilen ödünler hayati gerilemeleri, ve hatta ihanet boyutunda temel çizgilerin silinmesi sonucunu doğurdu. Ne oldu? Rum tarafı “eşit paydaşlık” temelinde, “etkin katılım” şartıyla ve dönüşümlü başkanlık dahil bu adanın iki halkın ortak evi olduğunu gösterecek tüm ögeleri reddedip, güya güvenlik ve garantilerde Türk tarafı ödün vermedi deyip masadan kalktı. Hangi ödünleri verdiğimiz belli. Önemli sayıda askerin çekilmesinden tutun da tek taraflı müdahale hakkını kaldırmaya varıncaya kadar tüm kırmızı çizgiler pembe bile olmadı, düpedüz silindi Mustafa Akıncı ve heyeti tarafından. Yine de reddetti Rumlar. Akıncı ne dedi? Süreç öldü ve gömüldü demedi mi? Kendi jenerasyonlarının başaramadığını, diğer nesillerin çözüm yapabileceğini vurgulamadı mı? Ne değişti? Değişen bir şey yok. Aniden Akıncı lider olduğunu hatırlayıp, karşıtlarına Kıbrıs sorunu üzerinden cevap vermeye niyet etti. Bazıları seçim kampanyasını başlattı bile dediler bu olmayan “Antonio Guterres belgesini” tekrar gündeme taşımasına… Saçmalık. Ne hükümete ne meclise haber verilmeden, Ankara ile danışmadan bir girişim başlattı Akıncı. Kime hizmet ediyor? Nikos Anastasiades ellerini ovuşturup, kendince düzelttiği yeni bir “Guterres belgesi” ile dans etmeye başladı. Olmadı… Akıncı’ya bile hiç yakışmadı. Dediğim dedik yaklaşımı otoriter yönetimlerde olur. Akıncı daha demokrat bir çizgi izliyor algısı vardı ya, o yanlış imiş. Gerçi ilk eleştiride kapıların yüzlerine kapandığını görünce ne kadar “ben merkezci” olduğunu çoktan keşfetmişti çoğumuz Akıncı’nın, şimdi sıra onu şartsız destekleyen cenaha geldi. Demokrasi ile alakası olmayan ben merkezci liderlik maalesef böyle bir şeydir.