İngilizlerin 18’nci yüzyıldaki Başbakanları Lord Palmerston'dan buyana süregelen, diplomaside, uluslararası ilişkilerde "mutlak dost yada düşman yoktur, sadece çıkarlar vardır" düsturunu bu köşede sıklıkla pragmatik bir ilke olarak anımsatırız. Gerçekten son zamanlarda olup bitenleri alt alta koyduğumuzda günümüz dünyasında tek gerçeğin bu olduğu, “mutlak dost” ya da “mutlak müttefikliğin” söz konusu olmadığı görülecektir. İsrail son dönemde tam da bunu kanıtlarcasına adımlar attı. İsrail basınında, Başbakan Netanyahu’nun geçtiğimiz hafta sonunda “gizlice” Suudi Arabistan’a giderek Veliaht Prens Muhammed bin Salman ve ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile görüştüğü yazıldı. İsrail, düne kadar kanlı bıçaklı olduğu Arap dünyasıyla yakınlaşmak için son dönemde beklenmedik hamleler yapıyor. Bu çerçevede Körfez ülkeleri Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılması konusunda mutabakata varılmıştı, şimdi sırada Suudi Arabistan var. İsrail bölgede üzerindeki Şii nüfuzunu giderek arttıran İran’a karşı bu önemli hamlelerini gerçekleştirdiği düşünülürse yakın bir dönemde Tel Aviv-Riyad birlikteliğinin çok daha ileri boyutlara götürüleceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Demek ki ulusal çıkarlar söz konusu olunca, düşmanlıklar, kin, nefret, husumet rafa kaldırılabiliyor. Bu çerçevede gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerekse Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Washington ve Brüksel’e yönelik “yeni sayfa açma” çağrılarını değerli buluyoruz. Tabii ki gönül isterdi ki bu çağrılar, Ankara-Brüksel hattında yaşanan onlarca kesinti ve tansiyonun yükselmesinden önce yapılabilseydi çok daha anlamlı olabilirdi. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, Avrupa Birliği’nin gelecek ay yapılacak zirvesinde Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki arama faaliyetlerinin masaya yatırılacağını söyleyerek, “bu çözmemiz gereken çok ciddi bir sorun” demesi, keza Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın da, "Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de provokasyonlara devam etmesi halinde" Aralık ayındaki AB zirvesinde yaptırımların gündeme geleceğine dikkat çekmesi, Berlin’in konuya bakışındaki kararlılığını yansıtıyor. Birliğin Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in de, “Türkiye'ye yönelik olası yaptırımlar konusunda Aralık ayına kadar süre verildiğini” hatırlatması, Ankara-Brüksel arasındaki sıkıntıların boyutunu gözler önüne seriyor. Borrell’in, Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları Konseyi toplantısının ardından, Doğu Akdeniz’deki arama faaliyetlerin yanı sıra, Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki söyleminin Ankara ile Brüksel arasındaki ayrılığı derinleştirdiği uyarısı yapıp, "zaman doluyor ve Türkiye ile ilişkilerimizde bir dönüm noktasına doğru ilerliyoruz" şeklindeki açıklaması son derece düşündürücüdür. Öte yandan, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, İbrahim Kalın'ın Paris ziyaretiyle ilgili olarak, “Türkiye'den söz değil eylem bekledikleri” mesajını ilettiklerini duyurması, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın da, "AB saf değil, Ankara bu sefer AB'yi o kadar kolay kandıramayacak" şeklinde diplomatik teamüllere uymayan açıklaması, Birlik çevrelerinde Ankara’ya karşı güçlü bir blok oluşturulduğunu gösteriyor. Türkiye’nin önünde iki seçenek var. Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Suriye konularında bu güne kadar yaptıklarımızdan ve doğru bildiklerimizden ödün vermeyip Brüksel ile kopmayı göze alacağız ki biz de Türkiye gibi güçlü bir ülkenin tek seçeneğinin AB üyeliği olmadığını düşünenlerdeniz, ya da karşımızdaki bu bloğu bir şekilde kırmaya, çalışacağız. Bunun için, Berlin ve Paris’in ikna edilmesi gerekir ve Doğu Akdeniz’de hatta uzun vadede Kıbrıs’ta da bazı ödünlerin verilmesi gündeme gelebilir. AB Dönem başkanlığının 1 Ocak 2021’de Almanya’dan Portekiz’e geçeceği bir dönemde Ankara-Brüksel ilişkilerinin bu denli gergin seyretmesi pek de hayra alamet değil. Zor bir süreç yaşadığımız aşikar, aslında neresinden bakarsanız bakın Pandemi buhranında bu değneğin iki ucu da kirli. Ayrıca bu ekonomik krizde Avrupa Birliği gibi önemli partnerlerimizi karşımıza almak pahasına yumruğu masaya vurmak pek o kadar da kolay değil. Aksi takdirde Türkiye’nin 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık antlaşması imzalamasıyla başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanan süreç bu kez sonuçları öngörülemez bir çıkmaza girebilir.