Sorun varsa, görüşme de olmalı. Çözüm görüşmenin ön şartı olamaz. Kıbrıs görüşmelerinde ön şart takvim ve “ertesi gün” anlaşması olmalıdır.

Yusuf Kanlı

Kıbrıs adasında bir sorun var mı? Elbette bu konuda birçok cevap verilmesi mümkün.
Adada çözümün 1974’de Türkiye’nin müdahalesi ve 1975’te gerçekleştirilen mübadele ile Rum kesimindeki Türklerin çok büyük oranda kuzey Kıbrıs topraklarına, kuzeydeki Rumlardan kalanların ise arzu edenlerinin güney Kıbrıs’a yerleşmeleriyle sorun bitti, eksiğimiz savaş durumunu sona erdirecek bir barış anlaşması denebilir. 


Aynı şekilde “çözümsüzlük çözümdür” deyip statükoyu da meşru gördüğümüzü ilan edebiliriz. Hatta, bir adım ileri gidip belki de kuzey Kıbrıs’taki tüm sorunları çözeceği sanrısıyla Hatay örneği referandum ile Türkiye’ye ilhak adımını da atabiliriz. Benim için sürpriz oldu ama bazı solda siyaset yapan arkadaşlar yakın zamandaki bir kapalı sohbette “Larnaka’yı da alırsak, sonra da geri verirsek, sorunu bitiririz” gibi bir ham hayali savunmuşlar. Herhalde Saddam’ın İrak’ının Kuveyt örneğini düşündüler. “Türkiye Larnaka’ya uzansın, birileri hesap sorsun” gibi bir abes hesap içine girdiler. Dostça değil bu hezeyanlar.


Kıbrıs’ta çözüme ihtiyaç var. Günümüz koşullarında çözüm savaşla olamayacak inancındaysak eğer, o zaman sorun olduğu sürece diplomasiye, konuşmaya da zemin bulmak zorundayız. Bu görüşmeler de, maalesef, 1964’den bu yana devam eden sürecin müktesebatını da dikkate alarak, oluşmuş parametreler temelinde sürdürülmeli ancak bu defa hem bir takvim hem de başarısızlık durumunda tarafların ne gibi bir fatura ödeyeceği ön anlaşması üzerinde sürdürülmelidir.

Parametreler
Kıbrıs sorununun nasıl çözüleceği gerek adadaki iki taraf arasında teati edilen yüksek düzeyli iki anlaşma metni ve çeşitli tarihlerde iki tarafın üzerinde uzlaştığı parametrelerin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991 tarihli 716 sayılı kararı gibi birçok kararda “çözüm parametreleri” olarak tanımlaması nedeniyle oldukça detaylı olarak tanımlanmıştır.


Bu kararların, ve hatta günümüzdeki şekliyle Kıbrıs sorununun tetikçisi durumundaki 4 Mart 1964 tarihli 186 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının, mevcut güncel koşullar nedeniyle Türkiye ve Kıbrıs Türk yönetimi tarafından kabulü veya reddi de bugün fazla anlam taşımamaktadır. 

Esas sorun 186 sayılı BMGK kararıdır
186 sayılı kararda kurucu anlaşmalarına ve anayasasına rağmen un iter bir yapıda olmasına rağmen efektif bir federasyon olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Türk ortağının yönetimden ve devlet kuruluşlarından atılmış olmasına rağmen “gereklilik şartı” altında Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti olarak kabul edilmişlerdir. Türkiye ve Kıbrıs Türk temsilcisi de bu durumu kabul etmişlerdir. Bu çerçevede adaya gönderilen BM barış gücüne Kıbrıs Rumlarından oluşan Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetinin “tek meşru yönetim” olarak kabulüyle ev sahibi ülke onayı vermesine günün koşullarında evet denilmesi, adada Kıbrıs Rumlarından oluşan bir hükümet yapısını meşrulaştırmıştır.


Bu durum hep geleneğinden, büyük diplomasi tecrübesinden söz eden Türkiye Dışişleri Bakanlığı açısından büyük bir yanlışlık, tam bir basiretsizliktir. Bu karar çerçevesinde adadaki BM Barış Gücü Kıbrıs Türk kesiminde serbest olarak dolaşmakta ve “hükmet kontrolü” dışındaki topraklarda sözüm ona güvenlik sağlamaktadır. 1964-1974 arasında çatışma dönemlerinde de Barış Gücü sadece “gözlemci” hatta çoğu zaman “hükümet kontrolünün sağlanmasına yardımcı” bir rol üstlenmiş, Kıbrıs Türkü aleyhinde faaliyet göstermiştir.

Takvim ve “ertesi gün” anlaşması şart
Bu karar dolayısıyla Kıbrıs Rumları 1964’den beri kazandıkları bu devlet statüsünden tekrar toplum statüsüne dönmemek amaçlı bir politika izlemekte ve her türlü çözüm önerisini reddetmektedirler. Kıbrıs Rumları 1964’den bu yana defalarca Kıbrıs Türklerinin siyasi ortaklığını, yani adayı, toprağını ve yönetimini, egemenliği eşitlik temelinde Kıbrıs Türkleriyle paylaşmayı “azınlığın tahakkümüne girmek” olarak görmüş, reddetmiştir. 1973’de de böyleydi, 2004’de de, 2017’de de. Defalarca büyük Türkiye hariciyesi Rumların BM parametrelerinden siyasi eşitliği berhava etmeye çalıştığını gördü, ses etmedi, dünyaya anlatamadı. Ancak, her ne hikmetse iki devletliliği ve egemen eşitliği kabul etmeden görüşmem deyip, görüşmeleri reddeden taraf olmayı marifet saydı. Bunlar elbette bir anlaşmada olmazsa olmazı Kıbrıs Türk halkının. 


Görüşmelerin mevcut BM parametreleri temelinde ancak yine Rumların son kertede egemenlik paylaşımını reddetmeleri ve anlaşmayı bir kez daha berhava etmeleri halinde fatura ödemesi şartıyla başlaması mümkün olmalı. Rumlar nasıl bir fatura ödemeli? Kıbrıs Türküne uygulanan izolasyon ve ambargoların tümünün kaldırılacağının, uluslararası toplumla devlet değilse bile “kendi kendini yöneten bölge” olarak kabulü ön şart olarak, belli bir takvimle beraber görüşme başlaması ön şartı olarak taraflarca kabul edilmeli, BM, Avrupa Birliği ve üç garantör ülke garanti etmelidirler. “Ertesi gün” ön anlaşması muhakkak yazılı olmalı, görüşme kararıyla beraber ilan edilmelidir.

Parametreler tabu değil
Çözümün BM Güvenlik Konseyi kararlarında kayıt altına alınan parametrelere uyumlu olması elbette ki tanrı buyruğu değildir. Adadaki iki taraf ve 1960 sistemine taraf üç garantör ülkenin onaylaması durumunda elbette tanımlanan çözüm parametrelerinin dışında bir çözüm mümkündür. Burada önemli parametre, “adadaki her iki tarafın kabulü, ve üç garantörün onayı” gereğidir.


Mevcut parametreye göre adadaki çözüm, iki kesimli, iki toplumlu, cumhurbaşkanlığında ve çeşitli makamlarda rotasyonu da içerecek şekilde oluşacak siyasi eşitlik temelinde yükselmesi gerekir. Egemenliğin iki toplumdan neşet etmesi, bakir doğum, egemenliğin ayrı olduğunun tescili anlamına da gelen ortak yönetime bırakılanlar dışındaki “artık yetkilerin” iki kurucu devlette olacağı gibi ilkeler de çözümün arada bir tartışılan, hatta arada bir tartışmalı da olsa uzlaşılan ancak “parametreler” arasında görülmeyen, tartışılabilir diğer unsurlardandır.

30 Ocak bir başlangıç
Yeni atanan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in kişisel temsilcisi Maria Angela Holguin Cuellar 30 Ocak’ta hem Rum lider Nikos Hristodulidis hem de Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile ilk görüşmelerini yapacak. Bu görüşmelerden Kıbrıs Rumlarının beklentisi 2017’de kendilerinin bırakıp kaçtığı noktadan görüşme sürecini başlatacak bir sürecin oluşması, Türk tarafı açısından ise zemin olmadığının tespiti ve Genel Sekretere BM parametreleri çerçevesinde bir sürecin başlamasının ve sonuç alınmasının ne zemini ne şansı olmadığı raporunun sunulması.


Rumlar sanki 2017’de daha önceki tüm süreçlerde olduğu gibi siyasi eşitlik takıntısıyla kendileri bir çözüm olasılığını torpillememiş gibi güya federasyon istermiş gibi yaparken, diplomasi dünyasında sanki Türk tarafının çözüm sonrasında oluşacak durumu görüşmelere ön şart koşarak süreci tıkadığı algısı hakim.


Beğensek de beğenmesek de bugün Türkiye’nin çıkarları bazı adımların atılmasını gerektirmektedir. Yunanistan ile başlatılan “olumlu gündem” açılımının, boş da olsa, devamının ve Avrupa sermayesinin doğrudan yatırım olarak ekonomik ve finansal krizdeki güzel ülkemize tekrar akışının sağlanmasıdır. Belki 31 Mart’a kadar gerçek anlamda hiçbir önemli adım atılamaz ise de, 31 Mart sonrasında Türkiye’de dört yıllık bir seçimsiz dönem başlayacak ve kanımca bu dönemde seçim sonuçlarından bağımsız, Türkiye’yi Batı dünyasında ileriye götürecek, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz dahil birçok alanda önemli adımlar atılabilecektir.