Akdeniz’deki gerilim yerini geçici olarak diplomasiye, açık ve gizli görüşmelere, pazarlıklara bıraksa da bu çıkmazdan çıkış yolunun kısmi ya da taksitli satış misali parçalı bir şekilde gelmesinin mümkün olmadığı artık görülmelidir. “Kıbrıs Girit olmayacak” gibi hamaset yapmanın ne zamanıdır, ne de sırası. Ege’de Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkartması Türkiye tarafından iki kez “casus belli” yani “savaş sebebi” olarak ilan edildi. 1982’de ve 1995’de. Bunu hatırlamanın da, Yunanistan’ın böyle tehlikeli bir adımı atabilme olasılığını konuşmanın da tabii ki sırası veya zamanı değil. Hani o 6-7 Eylül 1955 olayları, “Atatürk’ün evi bombalandı, yakıldı” provokasyonu gibi nahoş durumları hatırlamanın da fazla bir anlamı yok. Batı Trakya Türk halkının Türkiye’den koparıldığından bu yana, yapılan tüm anlaşmalara rağmen, etnik kökeninin bile reddedilmesini, kendi müftüsünü Lozan Antlaşmasına rağmen Yunan devletinin izin vermediğini unutmak mümkün değil, ama şimdi kaşımamalıyız… Ona da peki. Bir müstafi amiralimiz Montro sözleşmesinden doğan hakları, adaların sadece Lozan değil, birçok uluslararası ve ikili hukuki metinlerle silahlandırılmasının yasaklanmasına rağmen Yunanistan tarafından silahlandırılmasının doğuracağı hakları hatırlattı geçenlerde. Gelin, bunu da unutalım şimdilik. Derler ya, savaş ve diplomasi zıt kardeşlerdir. Savaş diplomasinin silahla, topla, tüfekle yapılan şekli iken, diplomasi de savaşın sözle, hukukla, al-ver ve uzlaşıyla yapılan şeklidir. Öyle de, uluslararası hukukun günümüzde hukukun üstünlüğünden ziyade güçlünün hukuku haline geldiğini dikkate aldığımızda, hakların ve çıkarların korunması ve ilerletilmesinde kararlılık, çatışmanın, özellikle de yanlış hesaba dayalı savaş bataklığına yuvarlanmayı engelleyebilecek en önemli etken olabilir. Meis adasının da, haksız ve hukuksuz olarak işgal edilenler dahil diğer adaların da silahlandırılması elbette ki kabul edilemez. Onlarca ada hukuka, hakka, coğrafyaya, tarihe aykırı bir şekilde işgal edilirken sessiz kalmak ne kadar yanlışsa, Akdeniz’de ve Ege’de hak gaspına, Türkiye’nin adeta bir karaya hapsedilmiş ülke durumuna gelmesine izin vermek de yanlış ve kabul edilemez bir yayılma siyasetidir. Yunanlılar açısından Ön Asya Felaketi, Türk ulusu açısından onur ve kıvanç kaynağı Ulusal Kurtuluş Savaşı bir türlü bitirilemedi; üzerine yeniş bölümler, yeni detaylar, yeni düşmanlık sebepleri eklendi durdu. Yaşanılan maalesef biraz abartma ile tam da budur. Türk-Yunan barışı sağlanmadan, ne Ege’de huzur ve beraber kalkınma, ne Kıbrıs’ta barış, istikrar ve iki halklı, iki dinli, iki devletli huzur, ne de gerek Doğu Akdeniz gerekse de Ege’de hidrokarbon zenginliğinin ortak kalkınma ve müreffeh halklar yaratma çabasıyla kullanımı mümkün olacaktır. Zaman yeniş bir şeyler söyleme, yeni stratejiler ve adımlar atma zamanıdır. Zaman, “Ben benden başkasıyla konuşmam” diye monologda ısrar zamanı değil, diyalog, uzlaşı ve beraber, karşılıklı bir birimize muhtaçlık yaratarak hep beraber mutlu ortak bir gelecek yaratma zamanıdır.