Kıbrıs gibi Türkiye de hastalıklarla boğuşuyor bu günlerde…

Sağlık Bakanlığı hoşlanmadığı, hatta yasaklama derecesinde kızdığı için "salgın" diyemiyor hiç kimse ama "domuz gribi" mi "kuş gribi" mi ne, insanlar kırılıyor. Kaç kişi öldü, bilen yok. Malum, bakanlık bu konuların yazılmasından hoşlanmıyor. Kimi diyor 75 kişi öldü, kimi iddia ediyor daha fazla kişi kurban edildi bu viral saldırıya…

Saldırı demişsek hemen paniklemeyin. Rus saldırısı değil. Malum birkaç gün önce moda olmuştu "Siber saldırı" falan diye koca ülke Rus emperyalizmi saldırısından yakınıyordu. Siber viral saldırı bu hafta yerini domuz ve kuş gribi virüsüne bıraktı. Kim bilir haftaya ne olur? Sanırsınız ki birisi bir yerlerde oturmuş adeta uzaktan kumanda düğmesinin tuşlarında gezinerek ülke gündemini, Türklerin takıntılarını fır döndürüyor.

Yok, yok… Öyle kızmayın hemen. Şimdi kalkıp ne Saraylı erk sahibini ne de badem bıyıklı başbakanımızı kızdıracak şeyler söyleyeceğim. Adamların zaten sorunları boylarını aşmış. Suriye bir taraftan, PYD diğer taraftan, Biden ise zaten kapı komşusu oldu mübarek iki haftada bir ayar vermeye geliyor!

Geliş gidişler yararlı. Tanış olmaktan sıkıntı değil yarar doğar ancak. Cumartesi günü panik içerisinde aradı genç bir gazeteci arkadaşım. "Abi, Anastasiades mi geliyormuş ne, senin haberin vardır…" dedi. Gören de sanır ki Kıbrıs’ta veya Kıbrıs ile ilgiline varsa ben bilmek zorundayım… Tama kulak biraz delik, az da gayret var, biraz da okuyorum ama doğrusu dünya kadar olay oluyor ya önemini o an kavrayamıyoruz ya da önemi sonradan ortaya çıkıyor, dolayısıyla haberci deyimiyle "atlıyoruz."

Ama Anastasiades’in Ankara’ya gelmesi tabii ki bırakın haber olmayı, asrın sürprizi olmaz mıydı? "Emin misin? Ben hastalık durumları falan fazla dikkat etmedim ama uyurken bile haberim olurdu böyle bir gelişmeden, hiç haberim yok" dedim ve anında zihnimde tüm dişlileri harekete geçirip son zamanlarda okuduklarımın satır aralarında böyle bir istihbarat olup olmadığını arama moduna geçtim.

"Andros Kipriyanu olmasın? Mevlüt Çavuşoğlu İstanbul’a davet edecekti bu hafta sonu" dedim. Genç arkadaş karıştırmış, Andros’u Niko yapmış, Niko olsa olsa Anastasiades’in ilk adının kısaltılmışıdır deyip sonuca ulaşmış üstüne bir de İstanbul ile Ankara’yı hercümerç etmiş.

"Hah… abi, Andros…" dedi. "Bak canım," dedim "Bu ilk değil. Daha önce de, yanlış hatırlamıyorsam Şubat 2005’de o zamanın AKP yönetimi o zamanın Rum tarafının ana muhalefet lideri olan Anastasiades’i Ankara’ya davet etmiş, her seviyede üç gün boyunca ağırlamıştı…"

"Yani?" dedi… "Çok önemli bir olay ama ne ilk ne de yeniş bir olay."

Malum Rumlar yıllardır Kıbrıs Türk tarafını bir kenara itip Türkiye ile doğrudan görüşme derdinde. Haklı da adamlar. Eğer "Kıbrıs’ın tümünden ben sorumluyum, Kıbrıs Türkleri de benim bir parçam, benim azınlığım" diyorlarsa o azınlık ile görüşerek onu meşrulaştırma, kendine eş koşma yerine Türkiye ile görüşüp sanki Kıbrıs sorununu tamamen bir işgal ve yerleşik meselesine indirgemek daha akıllıca değil mi?

Ankara da bunun farkında ve on yıllardır ısrarla Rum kesimine bu kapının hep kapalı kalacağını anlatıyor Türkiye’nin Kıbrıs görüşmelerinde doğrudan taraf olmasının şartının güvenlik boyutunun görüşüleceği beşli konferans aşamasında, yani diğer iki garantör İngiltere ve Yunanistan’ın da katılacağı safhada mümkün olacağının altını çiziyor.

Ama, Kıbrıs sorununun en temel öğesinin iki taraftaki güven bunalımı daha doğrusu birbirine karşı duyulan güvensizlik olduğu dikkate alınırsa, bir birini tanıma maksatlı her türlü temasın yararlı olacağı açıktır. Ne oldu? Andros Kipriyanu Davutoğlu ile görüştü, Çavuşoğlu onuruna yemek verdi, Türkiye ne düşünüyor dinledi, kendi görüşlerini anlattı ve gitti… Bugün düne göre AKEL’in görüşleri Ankara’da daha iyi biliniyor.

 1987’de, yani Kıbrıs Barış Harekatından 13 yıl sonra, ilk kez Atina’ya gittiğimde havaalanında gördüğüm Yunanlıların da benim gibi insan olduklarını, etrafta hiç insan yiyen yaratıklar olmadığını görmem beni nasıl şaşırtmışsa veya saçma olduğunu bildiğim halde onca yıldan sonra ilk kez Lefkoşa’nın Rum kesimindeki Hilton’da gecelemek gerekince birkaç yaz önce uyuyabilmek için kapının arkasına – evet saçma – sandalyeyi yerleştirmem gerekmişse, sorunun temel öğelerinden birisi bir birimizi tehdit olarak algılamamız.

Varsın sadece kumar için akşamları geçsinler Kuzey Kıbrıs’a. Her gelen Rum doğrudan veya dolaylı olarak Kıbrıs Türk halkının o papazların anlattığı ilkel durumda yaşamadıklarını, refah içinde değilse bile belli bir ekonomik statüye ulaştıklarını görüyor ve şaşıyor. Kıbrıs Türkleri de Rum tarafında o eski düşman tavırların devamını görüyor ya liselilerin saldırısında ya Elam falan gibi faşist örgütlerin yaptıklarında ya da çizilen, boyanan arabalarında, güvenliğin görüşmelerdeki, her şeye rağmen, önemli öğe olduğunu yaşayarak öğreniyor…

Öyle şaka falan değil. Rumlar EOKA mantalitesini gömmüşler. Artık Enosis (Yunanistan’a ilhak) istemiyorlarmış falan hepsi hikâye. Ne dün ne de bugün Kıbrıs Türkünü eşit vatandaş görmek istemiyor. Adamlar sadece azınlık – belki ayrıcalıklı – haklarıyla uyutmak niyetinde Kıbrıs Türkünü.

Davos o açıdan özellikle önemliydi. İlk kez BM genel sekreterinin de katıldığı ve iki liderin eşit temsil edildiği bir üçlü toplantı yapıldı. İki liderin "toplumsal lider" statüsünde de olsa eşit katıldıkları bir oturumunda Dünya Ekonomik Forumunun barıştan neler beklediklerini anlatma fırsatı buldular. Bu hafta Metin Münir üstadıma gönderdiğim bir mesajda bir tek ikimizin görüşmelerin çıkmazda olduğunu söyleyebilme cesaretinde olduğumuzun altını çizmiştim. Gerçekten de öyle. Enteresan bir şekilde herkes sanki yarın çözüm olacakmış gibi yazıyor. Bu ne körlük!

Davos’ta barış, çözüm, hemen bugün olmadı yarın çözüm falan dendi. Sonra? Anastasiades koştu Atina’ya ve hemen düzeltme gayretine girdi: "Çözüm yakın değil, yanlış umut yaratmak istemem, önemli konuklarda yakınlaşma yok…"

Eeeh, biz ne diyoruz? Kıbrıs sorunu ne içerek, ne tiyatro izleyerek ne de dikiş nakış kursunda Maria ile Fatma hanımların desenlerinin benzemesiyle çözülecek. Mesele mal-mülk gibi, toprak gibi, anayasal haklar, vatandaşlık, göçmenler, dış temsil gibi konularda uzlaşmayla mümkün. Hem "Hepsi benim, sadece benim" diyeceksin hem de "çözüme yakınız" diyeceksin, olmaz bu iş. Nitekim Anastasiades de Mustafa Akıncı’ya ayar çekiyor, "kandırma dünyayı, çözüme yakın değiliz" diye bağırıyor.

Aynı lisanları kullanmadığımız belli.

Rumlar ve Yunanlılar Türkiye’ye doğru bakınca 78 milyon insanı, büyük bir ekonomiyi, muazzam bir silah ve vurucu gücü görüyor, azınlık olarak hissediyor kendisini. Kıbrıs’ın kuzeyinden bakınca, tamam azınlık kelimesine takıntılıyız ama, yakın geçmiş, yaşadıklarımız ve hala devam eden "hepsi benim" tavrından dolayı Rum kesiminin benzer bir "azınlık sendromu" da bizde var.

Bu algı devam ettikçe çözüm çok zor. Bakın, ne oldu telefon işbirliğine, elektrik ağlarının birleştirilmesine? Yapamıyor Rum kesimi. Türkiye’ye bağımlı olmak gibi bir takıntıları var. Suyu – yani bir gün iç meseleyi halledip kullanmaya başlayacağız nihayette – bedavaya Rum kesimine vermeye kalksak, onu da istemeyecekler. Hem o azınlık algısından, muhtaç olmama takıntısından.

Andros Kipriyanu Ankara’ya da gelseydi keşke Anastasiades’in 2005’te yaptığı gibi. Keşke daha fazla siyasi ve sivil temaslar olsa. Ne kadar bir birimizi tanır isek o kadar bazı takıntıları aşabiliriz.

BAŞ SAĞLIĞI

Türkiye geçen hafta Mustafa Koç’u, en önde gelen sanayicilerinden birisini çok genç yaşta kaybetti. Allah rahmet eylesin. Koç ailesi ve Türkiye’nin başı sağ olsun.