Yusuf KANLI Dünya terörden yeterince çekti. Dünyayı ve halkları daha güvenli kılmak için ortak bir tanım, ciddi kararlı iş birliği ile yok edilmesi amaçlı ortak bir mücadele maalesef bir türlü gerçekleştirilemedi. Yıllar önce uluslararası bir terörizmle mücadele konferansına davet edilmiştim. O zaman yaptığım detaylı araştırmada 90’a yakın değişik tanımı vardı terörün, terör örgütlenmesinin. Günümüzde, maalesef, durum pek daha iyi değil. Hatta daha da kötü. Herhalde birçoğu birbirine benzer, bazıları da az veya çok diğerleriyle çelişen 100’den fazla tanım vardır. Çok ciddi saldırılar karşısında mücadeleden, yeraltı örgütlenmesi geçmişi olan Kıbrıs Türk halkı elbette direnme ya da savunma hakkını gayet iyi bilmektedir. Mezalime direnmek ve hakları gasp edilen, saldırı altına giren halkların savunma amaçlı teşkilatlanması elbette terör örgütlenmesiyle kıyaslanmamalı. Ancak, “özgürlük savaşçısı” ile “terörist” arasındaki incecik çizgiyi her zaman görebilmenin güçlüğü nedeniyle de büyük ölçüde 100’e yakın tanımı ortaya çıkıyor terörün. Her şeye rağmen, sivil halkı korkutma, paniğe sevk etme, galeyana getirme yoluyla bir siyasi davaya destek kazanmaya çalışmak ve bu maksatla sivil halka yönelik ayrım gözetmeksizin şiddet uygulamak terörizmdir. Büyük Selçuklu Devleti’nde Alparslan ve Melikşah dönemleri veziri ve Siyasetname adlı kitabın yazarı olan devlet adamı ve siyaset bilimcisi Nizamülmülk (devletin düzeni) İran’ın Nahavand şehri pazar yerinde “Haşhaşin” örgütü üyesi bir terörist tarafından hançerlenerek 1092’de ölümüyle başlayan terörizm kavramı günümüzde artık insanlığın karşılaştığı en büyük sorunlardan birisi hatta yaşamsal ortak tehdididir. Tehdit bu boyutta ise ortak tanım getirilememesi ve ciddi ortak savaşa gidilememesi, birisinin teröristinin diğerinin özgürlük savaşçısı olması apaçık iki yüzlülük değil mi? Kesinlikle öyle. Açık ve net söylemeliyiz. Nasıl İslam adına hareket ettiklerini söyleyen bağnaz siyasi İslamcı gruplar Cihat uğruna insanları katletmekte iseler, diğer din gruplarında da benzer alçaklıkta insanlar vardır, her zaman olagelmiştir. Cihat takıntılı Daeş teröristleri ile Yeni Zelanda’nın Chrischurch kasabasında Hristiyanlık uğruna 50 insanı katleden iblisler arasında ne fark olabilir? İkisi de terörist değil mi? İkisi de din uğruna terör işlemediler mi? Gerçeği görüp kabul etmeliyiz. Batı medyasında da, umarım ben göremedim, kimsenin bu şahıslara “Hristiyan terörist” dememesi, akıl hastalığı zırvası ile sanki sıradan bir olaymış gibi ele almaya çalışması utanç verici değil mi? Eğer bu ve benzer alçakça terör saldırıları bir şekilde “istisnai vaka” ya da “delinin işi” olarak görülmeye devam ettiği sürece, her saldırının esasında ya bir benzerinin ya da daha kötüsü karşıt dini, etnik ya da sosyal-ekonomik gruptan intikam amaçlı saldırının tetikleyicisi olacağını görmek gerekmez mi? O kadar mı salağız ki bu saldırıların ardındaki dini bağnazlığı göremiyoruz? Ya da görmezden gelmeye devam etmemizin aslında çılgınlık, saçmalık ve hatta bile isteye aptalca davranmak olduğunu nasıl göremeyiz? Böyle canice olayları hangi dini, etnik ya da sosyoekonomik gruba ait birey ya da grupların işlediği ya da Lizbon’da, Tel Aviv’de, Ankara’da ya da Chrischurch’de olduğu fark eder mi? Bu saldırılar Chrischurch’de hayatını kaybeden veya ciddi olarak yaralanan kişilere yönelmediğini, hepimizin hedefte olduğumuzu görmedikçe, teröre karşı ortak tavır geliştirip, “benim teröristim iyidir” mantalitesini bırakmadıkça maalesef bugün Chrischurch caniliğini, dün Ankara 14 Mart 2016 katliamının, yarın Allah bilir hangi alçakça, haince saldırının yasını tutmaya devam edeceğiz. Siyasi, ekonomik ya da global güç kavgası uğruna, Suriye’de olduğu gibi, kadim müttefiklerle yol ayrımına gelme uğruna teröristleri “operasyonel müttefik” yapan kafa maalesef terörün arkasındaki en büyük sebep olduğunu görmek gerekir. Bu gibi “bana göre demokrasi”, “bana göre güvenlik” ya da “terörü, terörle avlama” hastalığı ancak herkesi terörün avı haline getirir, başka sonuç alınamaz. Yaşadığımız da tam o değil mi?