Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Birazcık Halil” ve “Su Duydum” kitaplarının yazarı Hasan Sever’in bu kez çocukluğunun geçtiği coğrafyayı anlattığı üçüncü kitabı yolda… İlk iki kitabında mekânlarıyla, sosyal ve siyasal hayatıyla Ankara’yı da bir edebiyatçı gözüyle mercek altına alan Sever, 23 yaşında siyasi bir mülteci olarak gittiği Zürih’te, geride bıraktığı ama hep içinde taşıdığı ODTÜ’yü, “Çirkin Sıhhıye Köprüsü”nü, öğrencilik hayatını, göç ve göçmenlik olgusunu ve daha pek çok şeyi zihninden süzerek anlattı. Ankara ve Zürih’te geçen “Su Duydum”un Almancaya da çevrildiği müjdesini veren Sever ile Mükiyeliler’ de gerçekleştirmek istediğimiz bu söyleşiyi pandemi nedeniyle Zoom üzerinden yapsak da, aynı samimiyetle sorularımı yanıtlayan Sever, 24 Saat gazetesine anlatıyor
SULTAN YAVUZ/ANKARA - Edebiyat okurlarının Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Birazcık Halil” ve “Su Duydum” romanlarıyla tanıdığı Yazar Hasan Sever ile yaşamını, Ankara’yı, Zürih’i, göçmenliği, edebiyatı, yazmayı, kitaplarını ve satır aralarında saklı pek çok meseleyi, mesela özlemi ve direnmeyi konuştuk. Hasan Sever 24 Saat’in sorularını yanıtlıyor… - Yazar Hasan Sever’i anlatır mısınız? Eğitim hayatınız büyük oranda Ankara’da geçmiş, edebiyatla tanışmanız da bu yıllara mı tekabül ediyor? Hasan Sever: 1972 yılında, Elbistan’ın bir köyünde doğdum ve ilkokulu köyümde okudum. Ortaokul birinci sınıfa ise o zamanlar taşındığımız Mardin’de başladım ve daha sonra da Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk sınavlarına girerek, Ankara Atatürk Lisesi’ne geçiş yaptım. Ortaokul ikinci sınıftan lise üçe kadar burada okudum ancak lise sonda Atatürk Lisesi’nde parasız yatılıyı kapatmaya karar verdikleri için, son yılımı Bahçelievler Cumhuriyet Lisesi’nde tamamladım. Fakat ben kendimi Atatürk liseli olarak görürüm. ODTÜ’ye petrol mühendisliğini kazandım ama ikinci kez sınava girerek aynı okulun iktisat bölümüne girdim. ODTÜ’de çok güzel günlerimiz geçti, güzel arkadaşlarım ve değerli hocalarım oldu. Hatta ODTÜ Ekonomi Topluluğu’nu kuranlardanım, bizden sonra güzel işler yaptılar, hâlâ da devam ediyor. 1990’lı yıllarda ise ülkenin politik ahval ve şeraitine uygun olarak ülkeyi terk etmek zorunda kaldım. 1995 yılının Ekim ayında İsviçre’deydim ve 23 yıl kaldıktan sonra Türkiye’ye ancak 2017 yılında dönebildim. Düşünüyorum da, yazarlık virüsü bana Mardin’de ortaokulda geçmiş. Abim askerdi ve ödev verirdi, her gün bir kompozisyon yazdırır, “Beğenirsem 20 lira veririm” derdi. O kompozisyonlar işe yaramış, eski Mardin muhteşemdir. O taş evler, merdivenler, tarihi yapılar, içinizde biraz yazma merakı varsa onu ortaya çıkarır. Yıllar sonra internet sitemde “Telefon Direkleri” isimli gecikmiş ödevimi yazıp, abime “Beğendiysen 20 lira ver” demiştim. Üç aşağı beş yukarı yazar ve şairlerin çoğunun arka planında çocukluk yatar. Kendi adıma bugünden dönüp bakınca, toprağı olan zengin bir aile olmasak da hiç mutsuz bir anımı hatırlamam. Köydeki bitmez oyun ortamı, yaşam koşulları ve onların beslediği her şey, Türkiye’deki o 23 yıl, bu sayede tekrar işlememe vesile oldu. Yaşadığınız yerlerin hatıralarını zamanla toparlıyorsunuz ve size müthiş bir geriyi anlatabilme kabiliyeti veriyor. Ankara’ya ilişkin her şeyi orada yazsaydım o kadar detaylı anlatamazdım ama uzaktayken bu mümkün oluyor. Gözüm kapalı ODTÜ yemekhanesinden İktisat Fakültesi’ne kadar tüm kaldırım taşlarını sayabilirim. O da benim edebiyatıma katkı sundu, kaçırmak istemedim. Üçüncü romanımda çocukluğumun mekânlarına gidiyorum. Şimdi çocuklarımıza arkadaş bulmaya, oyun almaya, etkinlik düzenlemeye çalışıyor, pedogoji kitaplarına bakıyoruz. Benim annem ve babam bunu yapmıyordu ama bugünden bakınca bize çok değerli bir malzeme bırakmış. Büyük laflar etmiyorum, yaşadığımız şeyleri yazıyorum yani… “Biz kendimize ODTÜ 90 Kuşağı deriz” -ODTÜ İktisat bölümünde okudunuz, 1990’lı yıllar Türkiye için çok da parlak değildi. Genelde 68, 70 ve 80 kuşağı anlatılır ama 1990’lı yıllarda da politik düşüncesi nedeniyle çok sayıda gencin bedel ödediği pek hatırlanmaz. Bize hem o dönemi hem de 23 yaşında gitmek zorunda olduğunuz İsviçre sürecini anlatır mısınız? Sever: Biz kendimize ODTÜ 90 Kuşağı deriz. Özellikle 12 Eylül’den sonra siyasetin yeniden canlandığı ve gençlik hareketinin dirildiği bir döneme denk geldik. Ben ilk gittiğimde Mimarlık Mühendislik Fakültesi önündeki forumları gördüm, derslerden çok onlara katılıyorduk, sürekli bir şeyleri protesto ediyorduk. O dönem beyaz Toros’ların olduğu, infazların yapıldığı yıllardı ve her dergi çevresinden insan vardı. Fakat 1990’larla birlikte küçük bir 12 Eylül’ü yaşadık. Önde gelen herkesi aldılar ve şanslı olanlar hayatta kalırken, daha şanslı olanlar tutuksuz yargılandı, daha da şanslıları yardım ve yataklıktan ceza aldı. Serbest bırakılma ya da dava düşmesi söz konusu değildi. 15 kişi alındıysa en fazla bir ya da iki kişi beraat ederdi. Bugünden bakınca - ki bu söz de dostum Emrah Polat’ın romanının da adıdır – gerçekten zor günlermiş ama sanki bugün daha zordayız ya… Ben kendimi bugünkü kadar baskı altında, çevrelenmiş hissetmiyordum. Biz Tansu Çiller’e, Mehmet Ağar’a istediğimiz lafı ediyorduk, Turgut Özal’a espri yapıyor, Bülent Ecevit, Erdal İnönü’ye eleştiri yapabiliyorduk. Hakikaten bugünle karşılaştırınca o kadar baskıcı gelmiyor, tuhaf değil mi? Sanki biz psikolojik olarak 12 Eylül’de bile bu kadar baskıda değildik, 1990’larda rahatmışız, bu ülke bu kadar kuşatılmamıştı. -Peki, İsviçre’ye gitmeden önce yurt dışı deneyiminiz var mıydı? Bir mülteci olarak gittiniz, neler hissettiniz? Sever: Ekim ayıydı ve 23 yaşındaydım. Bizim davamızın karar duruşmasıydı, ben normalde arkadaşlarda kalıyordum ama o gün evde kaldım. Sonra Toros Sokak’ta Halkın Hukuk Bürosu’ndan içeri girince, “Senin ne işin var burada, ceza aldın” denilince, bir buçuk ay sonra gözümü İsviçre’de açtım. O zamana kadar belki İsviçre adını cümle içinde bile kullanmamıştım. Aileden tanıdık birisi orada yaşıyordu, “Buraya gelsin” demiş, gittim. Bir gün önce iktisat fakültesinin bahçesinde ders kitaplarını nereden alacağımızı konuşuyorduk, sonra hukuk bürosuna gittim ve İsviçre… Malum, şu an Türkiye’de mülteci konusu tartışılıyor, ben siyasi mülteci olarak gittim ve o şekilde muamele görüp her hakka sahip oldum. Geldikten altı ay sonra ilticam sonuçlandı ve ev tahsis edildi, yardım kuruluşları yardım sundu. Mülteci ülkesi zaten, sizin dil kursunuzdan evinizin kirasına kadar entegrasyon süreci için her şey sistem gereği çalışıyor. Bir sene sonunda Almanca kursuna giden, evi olan normal bir insandım. O kamptaki altı ayda da “Birazcık Halil”i yazacak kadar malzeme buldum, oradaki bir karakter Halil’e ilham verdi. ODTÜ’den dördüncü sınıfta ayrıldığım için, Zürihte’de bir kaç dersimi saydılar ve iktisat okumaya devam ettim ama burada da dördüncü sınıftan sonra ayrıldım, iki üniversiteden de mezun olmak nasip olmadı. Arkadaşlarıma, “Siz diploma almış olabilirsiniz ama ben diplomadan başka her şeyi aldım” diyorum. “Biz solcuların hayatı ne zor, bir forma giyeceğiz ona bile karar veremiyoruz, kara kara düşünüyoruz” -Kitaplarınızdaki göçmenlik ve mültecilik meselesi bana biraz da Edward Said’in entelektüel tanımındaki “yersizlik yurtsuzluk” hâlini çağrıştırıyor. Yazar olarak mültecilik size ne kattı? Ya da mekânsal kopma olmadan da aydın, yüzer gezer bir hâlde mi olmalı? Türkiye’ye ne kadar uzak ya da İsviçre’ye ne kadar aitsiniz? Sever: İster istemez bir bölünmüşlük söz konusu… 23 yaşındasın ayrıldığında. Şu anda da 27 yaşındayım. Yani ben 50 yaşındayım ama 50 değilim, Türkiye’de büyümem durdu, orada hep 23 yaşındayım. Zürih’te ise büyümeye devam ediyorum. Mesela İsviçre’de geçen bir roman yazabilmek için belki köyüme gitmeliyim çünkü köklerini görmek istiyorsan toprağından ayrılmalısın, bak bakalım kökün var mıymış? Benim Türkiye’de köküm varmış, burada olup olmadığını da ancak gittiğimde anlayabilirim. Size bir anekdot anlatayım, 2018 Avrupa Şampiyonası vardı ve alış veriş yaptığımız süper marketteki çekilişten şampiyonluk tişörtü kazanmışım. O şampiyonada Türkiye de var ve 18 takım arasından hangisini tercih edeceğime karar veremedim. Bayraklarla aram çok olmadı ama biz solcuların Maradona’dan ötürü Arjantin ya da bari kırmızı bayrak nedeniyle SSCB’miz vardı en azından. Hiç bir bayrağa yakın hissetmiyorum ama Çarşı forması giyerim, Barcelona da… İyi mi, kötü mü bilmem ama biz solcuların hayatı ne zor, bir forma giyeceğiz ona bile karar veremiyoruz, kara kara düşünüyoruz. Ne çok şeye enerjimiz gidiyor, bizim payımıza da bu hayatta bu düşmüş. -Bir röportajınızda, “Su Duydum” romanınızdaki Feride karakterinden hareketle, erkek bir yazar olarak kadın yazmanın zorluğundan bahsetmişsiniz. Sizce kadın ve erkek yazar var mı ya da kendilerine has yazın özellikleri taşıyorlar mı? Sever: Bu cevabın tehlikesi, “Vardır” desem, “Kadınlar adına nerden biliyorsun?” derler, “Yoktur” desem, “Kadınları dışlamış mı olurum?” Şaka bir yana, var olduğunu düşünüyorum. Kadın algılayışının edebiyata ve şiire daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bu konuya ilişkin anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişe kadar gideriz. Bir toplumda kadın doğuştan dezavantajlıysa, yazarlıkta nasıl avantajı olacak? Köyde en büyük ablam ilkokula gitmedi, annem aydın bir kadın ve yazarlığımın altyapısıdır. Ancak toplum baskısını düşünün, bir de Alevi toplumu yani… Kadının bu toplumsal konumu nedeniyle büyük yazar ve şairler de erkek oluyor. Bir de sizin karşınızda kadın gibi çok güzel bir canlı var, ona bakıp şiir ve roman yazıyorsunuz. Kadınlar belki de bize bakınca o güzelliği göremiyor olabilir. Üstelik sadece sanatta da değil, 17. yüzyıl Avrupası’nda da kadınlar bilimden de dışlanmışlardı. O yüzden Einstein’ın kadın olmaması, birikmiş erkek egemen avantajın sonucudur. Dolayısıyla vardır, “Su Duydum”un son dizesi Didem Madak’a atıfla, “Her aşk cenaze kaldıracak değil ya” diye biter. Kadın kötü yola düşer mesela, erkek bir türlü düşmez. Öyle olunca şiirde de romanda da geriden geliyor, gıdım gıdım birikiyor. Benim önümde Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi ustalar var, bakıp kendi yolumu bulmam bir kadından daha basit. Kadın ise yazar olsa bile hâlâ erkek dünyasıyla mücadele etmek zorunda. Kadın olduğu hâlde erkek adıyla yazan kadınlar çoktu. Kadınla erkek eşit olamaz çünkü kadın daha yukarıda. Kız çocuğu babası olduğum için söylemiyorum, böyle… Kadın bakış açısı daha derin ve komplikedir, eşimden ve kızımdan da görüyorum. “Su Duydum” romanındaki Feride ise zor bir karakter, onu yazmamdaki en büyük avantaj içimdeki kadın ruhu diye düşünüyorum, bir de hayatımdaki çoğu kadın öyleydi, zorlanmadım. Fakat Feride’yi kadın okuyucular da kabullenmekte zorlandı, daha kontrol edilemez bir hayat yaşadığı için… Dersleri, puanı dört dörtlük ama gidip Hititoloji okuyor, bu bile bir isyan. Şu anda Feride nedeniyle Hititler ile ilgili bulduğum her kitabı okuyorum, çünkü yazdığınız karakterin okuyucuyu değiştireceği söylense de, aslında o karakter sizi değiştiriyor. “Son dönemde yaratıcı yazarlık kursları arttı, bence yaratıcı okur daha önemli…” -Bir röportajınızda ağırlığı yazara değil, okurun omzuna yüklüyorsunuz, daha büyük önem atfediyorsunuz. Roland Barthes’in “Yazarın Ölümü” metninde de biraz böyle der, metnin gerçekleşmesi için okuyucunun okuması gerekir, o roman o zaman başlar der. Sever: Bazılarımız ara form değişikliğiyle günü birlik yazar olup geliriz ama hepimiz okuruz. Bir kitabın var olabilmesi için okurla buluşması, onda ortaya çıkması gerekir. Siz, romanı ya da şiiri yazarak bir yanıyla da onu öldürürsünüz, değişmez hâle getirirsiniz ama okur onu yeniden üretir. Okumak ise yazarlığın tek ön koşuludur. Son dönemde yaratıcı yazarlık kursları arttı, bence yaratıcı okur daha önemli… - Yazarların yazmaya ilişkin tavsiyelerini, maddeler hâlinde sıralanışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce yazmanın formülü var mı? Sever: Kodu, yazmak. Oturup yazıyorsunuz, onun dışındakiler kişiden kişiye değişir. Benim yazarlığım öğrenilmiş değil, önerebileceğim bir şey de yok. Ancak klasikleri okumadan da yazar olunmaz gibi geliyor, Umnerto Eco, “Tıkandığınız yerde klasikleri okuyup karbonhidrat alıp yazarız” diyor ya, “Birazcık Halil” inde sonlarında doğru Tolstoy’a döndüm, Anna Karenina”yı yeniden okudum ve hatta sonra onun hakkında “Mendilimde Portakal” isimli şiir kitabım çıktı. Nasıl ki, Olimpiyat atleti antrenmandan önce yeterince karbonhidrat alıyorsa, bizim de birikimimiz olmalı, enerjisiz olmaz. Yazma da bir enerji formu, daha önce okuduklarımızın yakılmasıyla ortaya çıkıyor. Teknikler vardır, herkesin kendi deneyimi de… İlköğretim ve lisedeki kompozisyon derslerinde de giriş, gelişme, sonuç olur. Romanda da bu vardır ama bu duyguyu tarif etmek belki de imkânsızdır. -Hergün yazar mısınız? Sever: Biz yazının icat edildiği topraklardanız. Gılgamış Destanı’nı düşünün, bir de Amerikalının ya da Marquez’in ona uzaklığını… Ancak İsviçre’ye geldikten sonra disiplin ve yazdıklarımın altına tarih düşme alışkanlığını kazandım. Avrupalı insanda yadırgadığımız disiplin benim için avantaj oldu, hiç nazlanmam. Her ortamda yazabilirim ama yazı masasına oturduğumda enerjim 0 olur. Üç sayfa yazacağım diye başlarım, aklımda da bir şey yoktur ama kendime güvenirim. Gündüzleri dokuz saat çalışıyorum, ilgilenmem gereken bir ailem var ama akşam 22.00’de oturup yazınca, sonrasında inanılmaz enerjik oluyorum. Yazmak bir disiplin gerektiriyor ve o romanı tek başınıza yazıyorsunuz, düşünün. Insanın bilmediği bir yerinden kaynaklanan enerjiyle yazıp okuyoruz. Bu bilinmezliğe de sanat mı diyoruz? -Su Duydum romanında çok sayıda şaire, müzisyene, yazara gönderme var. Bunu bilinçli mi yapıyorsunuz, bir teknik mi? Son kitapta da var mı? Sever: Üçüncü romanım çocukluğumun coğrafyasında geçiyor ve oradaki Alevi-Kızılbaş geleneğinden gelen deyiş ve türkülere gönderme çok… Göndermeler bizi daha önceki yaşanmışlığa bağlayan şeyler ve boşuna söylenmediğini de gösteriyor. Cemal Süreyya, “Dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” diye boşuna demiyor, hepsi bizden önceki ve sonrakilere bir selam vermek. Onların emeğini açığa çıkarmak. Şiir dediğimiz şey güzel söz söyleme sanatı değil, hayatın yaşanmışlığına ve yaşanabilirliğine dairdir. Ben 23 yaşımda mülteci kampındaydım, ailem ve sevgilim geride kalmıştı. İntihar mı edecektim? Direnmemiz, yaşamamız lazım, bugüne kadar dinlediğiniz müzikler, okuduğunuz roman ve şiirler, sevdiğiniz insanlarla katlanabiliyorsunuz. -Pablo Neruda ve bir postacı arasındaki dostluğu anlatan “İl Postino” filmini hatırlattınız. Oradaki postacı, Neruda’ya, “Şiir yazana değil, ihtiyacı olana aittir” diyor… Sever: Okurun yeniden şiiri ve öyküyü diriltmesi bu yüzden, ihtiyacında kullanıyor… “İkimiz de Ankaralıyız, şurada biz bizeyiz...” -Sizce Ankara neden sanatta anlatılmaz? Cemal Süreya’dan Orhan Veli’ye kadar hiç olmazsa burayla yolları kesişen şairler, yazarlar ve ressamlar var. Romanda Ankara denince, Sevgi Soysal dışında, yeni kuşaktan Barış Bıçakçı, Emrah Serbes gibi isimleri görüyoruz. Yani, iki elin parmaklarını geçer mi bilmiyorum. Siz de Ankara’yı anlatıyorsunuz, bunu neye bağlıyorsunuz? Sever: Ankara’yı yazmak zor da ondan yazmıyorlar. Bu işin şakası tabii ama ikimiz de Ankaralıyız, şurada biz bizeyiz… İstanbul güzel şehir, ben şu anda İsviçre’nin İstanbul’u Zürih’teyim. Bern ise Başkent. Birazcık Halil’da “Kötü şehir yoktur, yaşanmamış şehir vardır” sözü geçer. Ankara’yı, İstanbul’u yaşadıktan sonra herkes yazar ama bir de edebiyatın piyasası var. Tüm dünyayı düşünün, İstanbul’u mu yoksa Ankara’yı mı kolaylıkla başka dile çevirebilirler? İşin piyasası bu ama öte yandan ilk modern romanımız Don Kişot’a bakarsak, Madrid ya da Barcelona’da geçmiyor ama ona ilk romanımız diyoruz. Ben bunun şehirlerle değil, yaşanmışlıkla olduğunu düşünüyorum. Ben Batıkent’te yaşadım, Ankara’da ortaokul, lise ve üniversiteyi okudum, orada âşık oldum, sosyalizmi tanıdım, ilk içkimi tattım, sinemaya, tiyatroya gittim, edebiyatı sevdim, sokaklarını gördüm, seyyar satıcılarını tanıdım, İstanbul’u mu yazayım şimdi? Ankara’yı asıl “Biracık Halil”de anlatıyorum, bir bölüm var Abidinpaşa’da başlıyor, Güvenpark’ta bitiyor ve orada Halil kendinde değil, başka bir âlemde. Ben de yazarken kendimde değildim. “Ankara’nın adım adım caddesini, yürüyüşünü, insanını, ikarus otobüslerini, onların egzoz dumanını soludum ve Güvenpark’a geldim, yanımda bir berduş, tak bira şişesini açtı, kendime geldim.” Ben bunu Ankara’da yazarım. Bir şehrin şiirinin, romanının yazılması, filminin çekilmesi, resminin, balesinin olması gerekir ki o yer o yer olsun. Bina, yol, kaldırım her şehirde aynı ama üzerindeki insanlar, onların şiveleri, huyları, hangi durakta inip bindikleri gibi meseleler edebiyattaki farklılığı ortaya koyuyor. Yaşadığımız her şehrin edebiyatının yapılması gerektiğini ve bunun için de edebiyat riski alınabileceğini düşünüyorum. Ankara’ya devam yani… - Ankara’da neyi özlüyorsunuz? Zürih’te neyi seviyorsunuz? Sever: ODTÜ’nün Arnavut kaldırımını ve Batıkent’teki baba evini ama tercih yap deseniz kararsız kalırım. Hatta bazen tartı ODTÜ’ye kayar, biyolojik olarak dünyaya getiren annem ve babam ama insan olarak dünyaya ODTÜ ile geldim ve orada çok şey öğrendim. 90 kuşağıyız ve “Su Duydum” ile biraz hakkını ödedim sanıyorum. Hatta kitabın ilk bölümü aslında ODTÜ’de başlıyordu ama sonra eşim çıkarmam konusunda yönlendirince çıkarmaya karar verdim. Hâlâ duruyor tabii o bölüm bende. “Birazcık Halil” de zaten ODTÜ’yü işlemiştim, gerek de yokmuş diyorum. Mekân olarak buralar ama bazen anne babamla ya da eşimin ailesiyle telefonda konuşurken, “özlemişim” diyorum, tarif edemem bunu… Batıkent yeşilliğiyle Zürih’ten gelen birine çok yabancı gelmez ama ne yazık ki özellikle Kızılay mahvolmuş. Sakarya Caddesi kalmamış, binalarımız inanılmaz kirli, tabela ve yazılar her yerde, nefes alacak yer kalmamış. Çayyolu da Batıkent gibi ilerlese güzel olurdu ama Batıkent’teki gibi sosyal bir proje değil, zengin bir proje. Bunu da sosyal demokratlara borçluyuz. Hayatımızdan bir sosyal demokrat geçiyor ve geçince renk geliyor, sonra her gelenle kavgalıyız, nasıl bir şey? 25 yıl boyunca öyle bir belediye başkanının zulmü altında yaşadı ki Ankara, şimdi yeniden sosyal projelerle seviniyoruz. Ankara belediye başkanını başarılı buluyorum. Zürih ise gerçekten İstanbul gibi suyu, gölü olan bir şehir. Sakin, Almanca’dan çevirirsem “küçük büyükşehir” ve bizim için de ikinci Ankara'mız burası… Bir Mülkiyeliler akşam üstünde buluşup, eskiyi, yeniyi, eskimeyeni ve Ankara’yı konuşmak üzere birbirimize veda ediyoruz...