İsrail, İran’ın bir hastaneyi vurduğunu söyleyerek savaş suçu işlediğini ilan ediyor. Haklıdır. Ama aynı İsrail, Gazze’de kaç hastane vurdu? Trump “iki hafta içinde” İran’a saldırabileceğini söylüyor. İran’ın nükleer silahı yok. İsrail’in var. Atatürk’ün de dediği gibi: “Savunma dışında savaş, cinayettir.” O halde bu savaş kimin suçu, barış kimin maskesi?

Dünya uçurumun kenarında. “Barış” adına bir savaş hazırlığı yapılıyor; “meşru müdafaa” gerekçesiyle kentler bombalanıyor, altyapılar yerle bir ediliyor, bilim insanları sokak ortasında infaz ediliyor. Bu defa hedefte İran var. Oyuncular tanıdık: İsrail, Amerika ve adı şimdiden fısıldanan “istekli koalisyon.”

Hikâye de alışıldık: İran tehdit, İsrail mağdur. Güya saldırılar kaçınılmaz ve haklı. Ve elbette tüm bunlar “barış için” yapılıyor.

Bu tablo karşısında, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçtiğimiz günlerde dile getirdiği uyarı artık bir spekülasyon değil, açık bir tespittir:

“Dünya, Üçüncü Dünya Savaşı’na her zamankinden daha yakın.”

Evet, İran’daki rejime, mollaların yönettiği sisteme güvenmek kolay değil. Ne tam anlamıyla dost diyebiliyoruz, ne de kesin olarak düşman. Bölgesel nüfuz arayışı, ideolojik duruşu, vekil güçlerle kurduğu ilişkiler kaygı yaratıyor olabilir.
Ancak mesele sadece duygularla, korkularla ya da önyargılarla değerlendirilemez. Hele ki konu insan hayatıysa, bir ulusun kaderiyse, alınacak her kararın somut verilere, tutarlı ilkelere ve evrensel hukuka dayanması gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bu tür ikiyüzlülüklere ve savaşa olan iştaha bir asır önce şu sözlerle set çekmişti:

“Vatan savunması için değilse, her savaş bir cinayettir."

Bugün olup bitenlere bu gözle, bu ilkelerle ve gerçeklik filtresiyle bakarsak; sahnede anlatılanlarla gerçekte yaşananlar arasındaki uçurum daha net görünür.

Tehdit kim, mağdur kim?

İran’ın nükleer silahı yok. Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na (NPT) taraf. 2015 yılında imzalanan Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) kapsamında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) denetimlerine yıllarca açık kaldı. UAEA, defalarca İran’ın anlaşmaya uyduğunu doğruladı.

İsrail ise NPT’yi hiç imzalamadı. En az 45 nükleer savaş başlığına sahip. Nükleer tesislerini denetime açmadı. Buna rağmen İran’a saldırıyor. Hem de “var olmayan” bir nükleer tehdit gerekçesiyle.

Peki bu çifte standardın adı ne?

“Haritadan silmek” mi? Gerçekten mi?

Yıllardır ısıtılıp sunulan bir klişe var: “İran, İsrail’i haritadan silmek istiyor.” Bu söylem, 2005’te dönemin Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın konuşmasına dayanıyor. Ama sözün doğru çevirisi: “Bu rejim tarihin sayfasından silinmelidir.” Yani siyasi bir sistem eleştirisi — halkı hedef alan bir soykırım çağrısı değil.

Üstelik o dönemde İsrail istihbaratı bile bu sözün ideolojik bir rejim karşıtlığı olduğunu kabul etmişti. Ama Batı medyası, bu cümleyi özenle parlatıp nükleer bir kıyamet senaryosunun bahanesi haline getirdi.

Ve gerçek şu:

İran, kimin başlattığı hep tartışma konusu olan Irak-İran savaşı haricinde son iki yüz yılda hiçbir savaşı başlatmadı.
Ne İsrail’e, ne Arap komşularına, ne de kendisine saldıran Saddam’ın Irak’ına karşı. Her seferinde savunma yaptı.

Karşısında ise, sürekli saldıran bir başka aktör vardı: İsrail.

Kim ne kadar bombaladı?

İran’ın son dönemde bir hastaneyi vurduğu iddiası büyük tepki çekti. İsrail bunu “savaş suçu” olarak ilan etti. Haklıdır. Hastaneler, camiler, kiliseler, sinagoglar, okullar, sivil altyapı dokunulmazdır. Bu, sadece uluslararası hukukun değil, insanlığın temel ilkesidir.

Ama bir soru soralım:

İsrail Gazze’de kaç hastane vurdu?

Sadece son savaşta, Şifa Hastanesi, El-Ehli Arab Hastanesi, Endonezya Hastanesi, Nasser Hastanesi, UNRWA okulları, BM sığınakları ve çok daha fazlası vuruldu.

Dünya Sağlık Örgütü, Gazze’de sağlık sisteminin bilinçli biçimde çökertildiğini açıkladı.

Peki İsrail’in eylemleri neden “savaş suçu” sayılmıyor?

Çünkü bombayı atan kim olursa, etik de ona göre mi değişiyor?

Hayır. Bir hastaneye bomba düşüyorsa, o suçtur. Kim yaparsa yapsın.

Nasıl bir “barış”?

Donald Trump, Nobel Barış Ödülü peşinde. Ancak uygulamada yaptığı tek şey, 2015 nükleer anlaşmasını yırtıp atmak, İran’ı köşeye sıkıştırmak ve şimdi de “iki hafta içinde saldırabiliriz” demek.

Yani diplomasi masası yerine hedef listesi.

İran’ın nükleer kapasitesini yok etmek için Fordow gibi yer altı tesisleri vurulabilir deniyor. Ama bu nükleer faaliyetler, Trump anlaşmayı iptal edene kadar zaten denetim altındaydı. Bugünkü krizi doğuran şey İran değil; onu anlaşmasız bırakıp saldırıya açık hale getiren politikalardır.

Ve şimdi, buna bir de savaş mı eklemek, hatta belki de üçüncü dünya savaşının tetiğini çekmek mi istiyorlar?

Gerçekten kim tehdit altında?

İran nükleer silaha sahip değil. Savaş başlatmamış. Anlaşma imzalamış. Denetime açık olmuş. Ama yaptırımlar altında ve şimdi bombalanma riskiyle karşı karşıya.

İsrail nükleer silaha sahip. Anlaşmalara taraf değil. Denetime kapalı. Ama meşru müdafaa adı altında tüm bölgeyi vuruyor. Ve Batı’nın tam desteğiyle bunu sürdürüyor.

Tamam İran’a, mollaların hükümetine güvenmiyoruz anca bu tablo adalet mi?

Eğer kurallar yalnızca bazılarına uygulanıyorsa, artık kural değil çıkar düzeni vardır.

Savaşlar yalanlarla başlar

Bir kez daha aynı oyun sahnede: “Barış” adına savaş, “önleme” adına işgal, “tehdit” adına yıkım.

Bu filmi izledik. Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da. Her seferinde aynı vaat: Hızlı müdahale, kalıcı barış. Gerçek ise binlerce ölü, milyonlarca göçmen, on yıllarca süren kaos oldu.

Eğer İsrail ve ABD şimdi İran’ı savaşa çekerse, bu sadece Ortadoğu’yu değil, dünyayı ateşe verebilir. Rusya ve Çin’in sessiz kalacağını düşünmek saflık olur. Enerji piyasaları, göç dalgaları, ekonomik çöküşler zincirleme gelecek.

Ve bir kez daha, savaş barış kılığına bürünerek gelecek.

Barış bombayla gelmez

Bir ülke, bir hastaneyi vurduğunda bu suçtur. Kimin yaptığı fark etmez.

Bir ülke, elinde nükleer cephane bulunduruyorsa ve bir başka ülkeye — hakkında CIA, UAEA ve çeşitli istihbarat raporlarının “nükleer silah üretmeye yakın bile değil” dediği bir ülkeye — “nükleer silah geliştirebilir” gerekçesiyle saldırıyorsa, buna “meşru müdafaa” değil, iki yüzlü emperyalizm denir.

Ve eğer gerçekten barış isteniyorsa, bu yol bombalardan, füzelerden, suikastlardan geçmez. Barışın yolu müzakere masasından geçer.

Bu noktada tekrar hatırlatmakta yarar var: Mustafa Kemal Atatürk, sadece büyük bir asker değil, aynı zamanda barışın ne anlama geldiğini bilen ve bunu ilke haline getirmiş bir liderdi. Onun vatan müdafaası için değilse savaş cinayettir bugün her zamankinden daha güncel.

Eğer savaş, gerçek bir vatan savunmasına dayanmıyorsa, ne kutsaldır ne haklıdır.

Bugün yaşananlar, bir ulusun varoluş mücadelesi değil; kişisel siyasi hesapların, bölgesel çıkar kavgalarının, nükleer çifte standartların ve stratejik basiretsizliğin ürünüdür.

Ve evet — tarih bu ikiyüzlülüğü kaydediyor.