Güven, hayat dediğimiz yolun en yokuşlu ve virajlı aşamasıdır. Suistimal bölgesinin tam ortasında, insanın en çıplak, en savunmasız haliyle karşılaştığı yerdir. Öyle bir noktadır ki bu; ne mantık pusula olur ne de sezgi yol gösterir. Yalnızca kalp kalır elde. Çünkü güven, aklın değil, gönlün temeline kurulur.

İnsanın bir diğerine yüreğini tereddütsüzce açabilmesidir. Adı küçük, etkisi kocaman bir olgudur. Ne elle tutulur ne gözle görülür. Kelimelerle anlatılamayacak bir sır gibi; histe kalan, duyulmayan ama sinede yankı bulan bir gerçekliktir. Taşın suya anlattığı sessizlik kadar derin ve dikkatle dinlenmesi gerekir. Zira güven, ne yalnızca bir his, ne de basit bir sözleşmedir. O, insanın içindeki hakikate olan yakınlığının bir tezahürüdür. Onun yokluğunda bir ilişki, sağlam temeller üzerine inşa edilmiş olsa bile çürümeye yüz tutar. Tıpkı deniz feneri olmayan bir kıyıda, yönünü şaşıran bir gemi gibi, güven olmadan hayat da rotasızlaşır.

Önce gönül adımlar hayatı, sonra bilinç. Yürümeye yeni başlamış bir çocuk gibi dünyası sallantılı, adımları güvensiz. Ama annesinin ya da babasının elini tuttuğu an, gökkubbe birden sabitlenir onun için. Daha sözlü iletişimin başlamadığı yaşta bile, içgüdüsel olarak hissedilen o bağ bize şunu anlatır; Güven, duyguların en derininde, yüreğin zemininde başlar. Yıllar geçer, insanlar büyür, bağlar değişir. Ama ne gariptir ki, güven ihtiyacı hiçbir zaman azalmaz. Sevgide güven isteriz, dostlukta, meslekte, hatta kendimizde bile…

Güven gönül emanetidir. Emanet, sadece fiziksel bir şeyin korunması değil, kalbin, sözün, bakışın, hatta suskunluğun bile karşıya dürüstçe ve zarifçe teslim edilmesidir. Asıl konu varlıktaki birliği görebilmektedir. Karşındakini senden ayrı değil, senin bir aynan gibi gördüğünde başlar gerçek cesaret. Yunus Emre’nin dediği gibi, “İkilik kinini içinden atmadıkça, birliğe eremezsin.” Güven, bu birlik halinin ilk adımıdır. Kalbini kinle, yargıyla, korkuyla örmüş birinin, ne kendisine ne de başkasına güven duyması mümkündür. Oysa ki hayat, bize defalarca güvenmeyi öğretir aslında. Gerçek dosta sırtını dayadığında, düşmeyeceğini bildiğinde veya sevdiğin birinin gözlerinde bir söz aramadan huzur bulduğunda; güvenin hayatın görünmeyen ama taşıyıcı sütunu olduğunu hatırlarsın.

Kilitsiz bir kapının ardında saklı duran hayatlarımızda, bizleri şekillendiren en kırılgan yapıdır ‘Güven’. Samimiyet temelinde başlar. Arkadaşınızla sırlarınızı paylaştığınızda, sevgili sizi yarı yolda bıraktığında, ebeveynleriniz sizi anlamadığında… İçimizde yankılanan o sessiz boşluk, onun kırılma anıdır. Kırıldığında bir ses çıkarmaz, ama etkisi çığlık gibi içimize işler. Geriye sadece bir soruyla kalırsınız: “Acaba yeniden güvenebilir miyim?”

Burada entresan bir ikilem başlar. Affetmek mi? Güvenmek mi? Affetmek, bilince dair bir karar; güvenmek ise ruhun ikna edilmesidir. Affedebiliriz ama tekrar güvenmek zaman ister. Güvenmekle saflık arasında da ince bir çizgi vardır, çünkü güven aslında bir sınavdır; bazen karşındakine, bazen de kendine. Kime ne kadar, ne zaman ve nasıl güveneceğini bilebilmek… İşte o, zamanın öğrettiği ince bir zanaattir. İnsan, önce kendi kararlarına, duygularına, sezgilerine, özetle kendine güvenmeyi öğrenmelidir. Kendine güvenmeyenin başka kimseye güvenmesi de mümkün değildir. Gönlünde karmaşa yaşayan, başkasının sadakatinde huzur bulamaz. Güven, tırmandıkça yükselen bir dağdır. Önce kendi zirvene tırmanmalı, sonra etrafına el uzatmalısın.

Ne zaman bir bakış şüpheyle gölgelense, ne zaman bir söz içinde kuşku taşısa, ne zaman bir sevgiye hesap karışsa; bir parça daha eksilir bizden. Güven, farkına bile varmadan kan kaybeder. Şüphe, olaylar/vakalar üzerinde ölçülü ve yerinde olduğunda, bilgiye ulaşmanın bir yolu olabilir. Ancak insan ilişkilerinde sürekli şüphe hali, bilgi değil yalnızlık doğurur. Çünkü güven; ilişkiyi başlatan kıvılcım değil, sürmesini sağlayan oksijendir. Güven uzun vadeli bir yatırımdır, getirisi geç ama yıkımı ani ve gürültülüdür. Bir çift gözdeki tereddüt, gecikmiş bir mesaj, küçük bir ihmal, bazen yılların emeğini yutar gider. Mesele bu olgunun doğası gereği, kırıldığında cam gibi dağılması değil; o camın bir daha asla eskisi gibi saydam olmamasıdır.

İnsanoğlu kusurludur ve hata yapar. Kimi zaman güveni unutur, kimi zaman da ona layık olmayı. Güven olgusu da kırılgandır ama bu kırılganlık, güvenin kıymetini azaltmaz. Aksine, tıpkı bir çömlekçinin ellerinde defalarca yoğrulan toprak gibi, kırıldıkça yeniden şekil alır. Güven, sabrın ve affın kardeşidir. Yeter ki içtenlik ve iyi niyetle el ele tutuşsun. Güvenmek, teslimiyettir ama körlük değil. Akılla ölçülür, kalple tartılır. Çünkü güven, hem aklın farkındalığına hem kalbin inceliğine muhtaçtır. Bir dostla yarenlik etmek, bir sevgiliye içini açmak, bir topluma aidiyet hissetmek… Bütün bunların mayasında güven vardır. Bu maya bozulursa, hayatın tadı da kaçar.

Mevlana güzel demiştir. “Güven, gönlün secdesidir.” Kulun yaradana duyduğu teslimiyet gibi, insanın da insana yönelttiği güven, bir teslim oluş halidir. Ancak bu teslimiyet, akılsızca değil, gönülden bir bilinçle yapılır. Hakiki güven, içimizdeki benliği aşarak, karşımızdakinde de yaradanın bir tecellisini görebilmekle mümkün olur. Bu yüzden birine layıkıyla güvenmek, varoluştaki iyiliğe de inanmaktır.

Asıl marifet, her kırılışın ardından yeniden güvenmeyi öğrenebilmektir. Belki daha temkinli, belki daha dikkatli, ama yine de inançla. Çünkü güvenin olmadığı yerde, ne sevgi büyür, ne dostluk yeşerir, ne de insan vicdanlı kalabilir. Ve yeri gelir, tek kişi yeter güveni yeniden inşa etmek için. Bir tek söz, bir tek duruş. O an anlarsın; Her şey yıkılmış olabilir, ama hala kalbinde sağlam bir zemin var. Ve o zemin gönülden geçiyorsa, üstüne ne inşa edersen et, içinde huzur barınır. Gönülden geçen sağlam temeller üzerine kuruluysa güvenin, dilin de, gözlerin de, halin de onu taşır.

Güven, belki de insan olmanın en narin ama en güçlü parçasıdır. İlişkiler, dostluklar, kardeşlikler… Hepsi bu görünmez bağla kurulur. Stratejiyle değil, yavaşlıkla, emekle ve dürüstlükle oluşur. Birine gerçekten güvenmek, onun yokluğunda da varlığına inanmaktır. Orada değilken bile seni yarı yolda bırakmayacağını bilmektir. İki dostun arasında yıllarca konuşulmamış ama hiç unutulmamış bir aktidir aslında “Sen benim sırdaşımsın.” bir sırrı taşıyabilmek, o sırrı anlatmadan anlaşabilmektir. Arkandan konuşmayacağına, seni satmayacağına, sözünden dönmeyeceğine dair bir iç huzurla yaşamaktır. Kendi kalbinde bir başkasının yerini sabitleyebilmektir. İnşa etmek uzun, yıkmak kolay, yeniden kurmaksa bilgelik ister. Bu yüzden güvenin kıymetini bilenlerle bir arada olmak, büyük bir lütuftur.