Ekrem İmamoğlu’nu hedef alan diplomatik ve hukuki oyun, sadece bireysel değil kurumsal bir itibarsızlaştırma sürecidir. Bedelini yalnızca İmamoğlu değil, KKTC üniversiteleri, Türkiye’deki hukuk güvenliği ve genç kuşaklar ödüyor.

Bir sabah kalktık, 35 yıl önce yapılmış bir yatay geçiş işlemi, Türkiye Cumhuriyeti makamlarınca “hukuksuz” ilan edildi. Bu cümlede ne mantık var ne hukuk. Ama siyasi hedef belliyse, mantığa da hukuka da gerek duyulmaz. Ekrem İmamoğlu’nun 1980’lerin sonunda Girne Amerikan Üniversitesi’nden (GAÜ) İstanbul Üniversitesi’ne yaptığı yatay geçiş, YÖK tarafından “o dönemde GAÜ’nün akredite olmadığı” gerekçesiyle geçersiz sayıldı.

Burada hemen bir parantez açalım: O dönemde YÖK’ün akreditasyon sistemi bile yoktu. KKTC üniversitelerinden mezun olanlar, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir müdürlükten eşlik belgesi alırdı, o da diploma denkliği için gerekliydi. Yani yatay geçişin hukuki altyapısı, o günün düzenlemelerine göre mevcuttu ve İstanbul Üniversitesi zaten ilan ettiği şartlara uygun başvuruları onaylamıştı.

İmamoğlu yalnız değildi. Aynı yıl teşvikle daha yeni kurulmaya başlanan KKTC üniversitelerinden İstanbul Üniversitesi’ne geçiş yapan 100’ü aşkın öğrenci vardı. Şimdi ne olduysa, yalnızca 29 kişinin dosyası çekmeceden çıkarıldı. İçlerinde profesörler, bölüm başkanları, iş insanları ve akademisyenler var. Kimi Sorbonne’dan doktora almış. Ama geçmişte alınan kararlar, birdenbire “yok” sayılıyor.

Hukuku değil kişiyi hedef alma sanatı

Mesele açık: Sandıkta yenemeyeceklerini düşündükleri bir rakibi, masa başında boğma girişimi bu. Olayın öznesi bir diploma değil, o diplomanın sahibi. Ama bu süreçte hedef alınan sadece bir kişi değil, Türkiye’nin hukuk devleti kimliği ve KKTC’deki üniversitelerin itibarı.

Hukuk devletlerinde en temel ilke, kanunların geriye yürümemesidir. Bugün yürürlükte olan bir kural, geçmişteki işlemleri hükümsüz kılmak için kullanılamaz. Bu hem Anayasa’nın, hem evrensel hukuk normlarının temelidir. Ama ne gam! Yeter ki siyasi hedefi vuracak bir araç bulunsun.

Yatay geçiş kararını veren İstanbul Üniversitesi. Evrakları değerlendiren, kontenjan açan, öğrencileri kabul eden kurum o. GAÜ ise o dönemde gayet açık bir biçimde faaliyet gösteren bir yükseköğretim kurumu. Eğer hata varsa—ki yok—o hata kurumsal düzeydedir. O hâlde neden sadece bireyler, hem de yalnızca seçilmiş bir grup hedefte?

Bu sorunun yanıtını herkes biliyor. Çünkü mesele hukuki değil, siyasi. Ve bu saçmalığın gerçek maliyeti, sadece bir kişinin kariyeriyle sınırlı değil. Bu bir sistem çöküşüdür. Bir intikam stratejisidir. Ve bir kurumsal çürümüşlüğün göstergesidir.

Asıl kaybeden Kıbrıs ve gençliktir

Bu kararın en ağır faturası ise Kıbrıs’a ve Türkiye gençliğine çıkacak. Zaten uluslararası alanda tanınmayan, ekonomik ambargolarla boğuşan KKTC üniversiteleri, şimdi bir de Türkiye tarafından itibarsızlaştırılıyor. “Biz sizi tanıyoruz” diyen Türkiye, 35 yıl önceki kayıtları iptal ederek, aslında “sizi tanımıyoruz” mesajı veriyor.

Kıbrıs Türk halkı, kendi üniversitelerine bile güven duyamaz hâle getiriliyor. Türkiye’den öğrenci çekmeye çalışan KKTC yükseköğretim sektörü, bu kararın ardından büyük bir darbe aldı. Aileler, “oraya gönderdiğimiz çocuklar mezun olunca diplomaları geçersiz mi olacak?” sorusunu soruyor. Yabancı öğrenci akışı şimdiden yavaşladı. Üniversiteler, öğrenciler, akademisyenler: Hepsi bir belirsizlik içine itildi.

Bu karar, sadece geçmişe değil, geleceğe de darbedir. Gençler artık biliyor ki, bugün aldıkları diploma, yarın keyfi bir kararla iptal edilebilir. Bu yüzden Türkiye’nin dört bir yanında öğrenciler sokağa çıkıyor. “Hak, hukuk, adalet” sloganları yıllar sonra yeniden kampüslerde yankılanıyor. Çünkü bu olay, sadece İmamoğlu’nun değil, herkesin meselesi hâline geldi.

Bir ülkede hukuk, siyasetin eline verilirse; eğitim sistemi çöker, yurttaş güveni biter, gelecek karanlık olur.

Bugün o, yarın sen

Bugün bir yatay geçiş gerekçesiyle hedef alınan kişi, yarın bir başka gerekçeyle siz olabilirsiniz. Mezuniyetiniz iptal edilebilir. İşiniz elinizden alınabilir. Kendi devletiniz, geçmişinizi “yok” sayabilir. Böyle bir ülkede kim yatırım yapar? Kim güvenle yaşar? Kim çocuklarını bu eğitim sistemine emanet eder?

Ve en önemlisi, böyle bir ülkede kim adaletin gerçekten var olduğuna inanır?

Ekrem İmamoğlu’nun başına gelen, bu ülkenin başına gelen en büyük krizdir. Çünkü mesele sadece bir kişinin değil; bir halkın hafızası, bir devletin itibarı, bir gençliğin geleceğidir.

Ve o gelecek, şu anda neredeyse tüm üniversitelerde, sokaklarda ve olabildiğince ceberrut bir baskıya rağmen “Adalet!” diye haykırıyor.

Duyan var mı?

*****

Cenevre konferansı: Diyalog var, çözüm inşallah

17-18 Mart 2025 tarihlerinde Cenevre’de düzenlenen gayriresmi Kıbrıs konferansı, çözümden çok diyalogun sürdürülebilirliği açısından önem kazandı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in davetiyle toplanan taraflar, kapsamlı müzakere zemini bulamasa da güven artırıcı önlemler çerçevesinde bazı teknik başlıklarda uzlaştı. Dört yeni geçiş kapısının açılması, gençlik ve iklim komiteleri kurulması, mezarlıkların restorasyonu gibi adımlar, adada işbirliği kültürünün geliştirilmesi adına umut verici bulundu.

Ancak esas mesele olan siyasi çözüm modelinde taraflar arasında derin uçurumlar sürüyor. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, iki devletli çözüm dışında hiçbir modelin müzakere edilemeyeceğini vurgularken, BM ise federasyon temelinde ısrarını sürdürdü. Bu durum, sürecin geleceği açısından ciddi bir belirsizlik yaratıyor.

BM’nin “aşamalı yaklaşımı”, yani siyasi çözümden önce günlük yaşamı kolaylaştıracak alanlarda işbirliğini teşvik etme stratejisi, şimdilik en gerçekçi yöntem olarak öne çıkıyor. Ancak bu stratejinin başarıya ulaşabilmesi, tarafların karşılıklı güven inşa etmesine ve siyasi irade göstermesine bağlı.

Cenevre görüşmeleri, kapsamlı çözüm yerine, taraflar arasında diyaloğun kopmamasını sağlayacak bir zeminin korunmasına hizmet etti. Temmuz ayında yapılması planlanan ikinci toplantı, bu zeminin siyasi müzakereye evrilip evrilemeyeceği konusunda belirleyici olacak.