Tanık olduğumuz, bilgi ve belge ile pekiştirilen olayları kaleme almak “Gazetecilik ilkesi” olmakla beraber yaşadıklarımı yazmaktan haz duymadığım gibi çoğu zaman da gücüme gittiğinin altını çizmeliyim. Hak etmediğim duygusu ile beraber aktarma duygusunun ağır basmasını bir türlü hazmedemiyorum.

“Gözaltı Kılavuzu” başlıklı yazımda 15 Temmuz’un “OHAL şartları”nda ki gözaltı hikayeme devam etme sözü vermiştim. “İnsanlar sözleri ile hayvanlar boynuzları ile bağlanır” ya!.. Büyük çoğunluğu Ankara’dan olmak üzere aynı iddia ile gözaltına alınan 46 kişiden biriydim. Şimdileri aralarında transfer olmuş milletvekili, bazı partilerde Genel Başkan Yardımcıları, GİK üyeleri, sosyal medyanın o dönemki fenomenleri, avukatlar, iş insanları, yazarlar, akademik olarak profesör titrinde araştırma şirketi sahibi, çoğu kurucuları arasında bulunduğum dinmeyen gönül sızım “Yeniçağ Gazetesi” yazarları, siyasi kanaat önderleri falan derken ilginç dahası frekansları birbirine uymayanları “Aynı çuval”a, önemli bir zatın ricası üzerine “Muhalefeti kırma” adına alındık. İsimleri yazamayacağım. Çoğu “Aman ha!” deyip, O günleri hatırlamak bile istemiyor.

“Gözaltına alınmak sadece gözaltı demek değil”miş meğerse. Kimilerinde “Travma”ya sebep oluyor ki sosyal medya dahil dünya ile irtibatını kesenler çıktı aralarından.

Dönelim “Kılavuz” haline. Bizim evin “Arama şekli” kelimenin tam anlamı ile “Evlere şenlik” oldu. Muhtarın bile 10 binden fazla kitap, 20’ ye yakın plastik sandık arşiv yüzünden “Bir hafta sürer” dediği arama kitap raflarına dokunulmadan geçiyordu. O operasyondan 15-20 gün sonra evimde misafir ettiğim polislerden birinin FETÖ’den tutuklandığını da unutmadan not edelim.

OHAL yüzünden aramada kamera zorunluluğunu yerine getirilmeyişini anladık da “Örgüt üyeliği” iddiası gibi ciddi suçtan evi aranan şahıs ile ilgili lütfedip “Google” bilgisine dahi başvurmamışlar. Aile evine geliyor ama yanlarında bir kadın polis bile yok!

O vakit Yenimahalle’de ikamet ettiğimiz konut dubleks. Üstelik bir de can dostumuz, köpüşimiz “Nefes” var. Koruma iç güdüsüyle sürekli havladığı için üst kattaki terasa kapatmak zorunda kaldık. Ama hiç susmadı. İnatla ben gidene kadar havladı.

“Odatv”yi televizyon kanalı zanneden polislerden ikisi üst katta oğlum ve kızımın odasını aramaya başladılar.
Maden bulacaklar ya!

Oğlumun odasında “Bu bilgisayarı sök götüreceğiz” talimatı veren polis o dönem üniversite öğrencisi olan evladımdan “Suçun şahsiliği” ilkesi dersini alırken, “Bu bilgisayara babam elini bile sürmedi. Gidin savcıdan yazılı emir getirin” uyarısı alınca abandone oldu.

Diğeri sevgili kızımın odasını ararken gardrobu ve çekmecelerini kontrol ederken: “Sen ne yapıyorsun! Orada şahsi eşyalarım, çamaşırlarım var. Çek elini!” azarı ile bir nevi nakavt oldu…

Doğrusu üzüldüm hallerine. “Temel Hukuk” dersi almış olsalar bunları yapmaya kalkışmazlardı. Her iki memurun bakışlarından: “Ulan tımarhaneye mi düştük?” şaşkınlığını sezdim.

Bırakınız gülmeyi; senelerdir tebessüm ederken fotoğrafı olmayan ben, polisleri teselli için: “Zamane çocukları haksız sayılmaz!” sözleri ile mahcubiyetlerini perdelemeye gayret ettim. Ne de olsa, Devletin polisi, kolluk gücü…

Ellerindeki savcı imzalı “Gözaltı ve arama” kararının uzaktan gösterip, okumama izin vermeyen devletin polislerine sık sık telefon geliyordu. İkinci saat dolmadan: “Tamam gidiyoruz” dediler. Çünkü ajans haberlerine düşmüştü bizim vaka…

Tv’lerin sabah haberlerinde “Aramalar sürüyor” anonsları ve alt yazılar geçiyordu.

Bu esnada benim afyon çoktan patlamış. OHAL koşullarında en az 15-20 gün ve arkasından bir yıl iddianamesiz cezaevi gerçeği ile yüzleşmiştim bile.

Polisler “Gidelim” dediler. Merdivenlerden inip; binanın önüne geldik. Bu sıra olayı duyan yakın dostlarımdan iki ya da üç araç caddenin karşısında merak ile takip ediyor.

Ailem ile vedalaşırken cep telefonu ile fotoğraf çekme talepleri kabul görmedi. “Sakin olun…” deyip; oğluma: “Aile sana emanet. En az bir yıl gelemeyebilirim” sözleri ile genç omuzlarına ağırca yükü bindirdim.

Sarılıp, öpüşmemize karışmadılar. Sivil plakalı polis aracına bindirilirken kafama bastırmadılar. Ne de olsa “Tanınan medya mensubuydum”… Üstelik konu-komşunun bir kısmı sokakta, çoğunluğu pencere ve balkonlardaydı.

Gülümseyerek polis aracının arka camından el salladığımda hareket etmiştik bile. 100-150 metre uzaklaştık. Görünürde kimse kalmadı. Araç aniden durdu. “İnin” dedi polisler. Sakince indim. “Ellerinizi arkaya uzatın” komutunu verdikleri esnada ünlü “Plastik kelepçe’yi fark ettim.

“Arkadaşlar; buna gerek yok. Kaçacak halim yok. Eninde sonunda gerçekler ortaya çıkar. Hakkımızdaki ihbarların asılsız olduğu, örgüt üyesi olmadığımız belli olur..” desem de: “Uygulama böyle. Talimat var. Zorluk çıkarmayın. Sizin için iyi olmaz” uyarısı üzerine yine tebessüm ile uzattım kollarımı geriye… “Çııtt…” sesiyle kelepçe ters vaziyette görevini itina(!) ile yerine getirdi.

Bütün bunları detayları yazma sebebim en başından beri “Gözaltı Klavuzu” içindir. Aradan neredeyse 7-8 yıl geçtiği halde gözaltı ve haksız tutuklamalar azalmadığı gibi arttığı için “Başına gelmeyenlere ön bilgi verme” gibi, her gazetecinin kamu görevini yerine getirmeye gayret ediyorum. Tabi bu arada: “Halkı kin ve nefrete sevk” suçundan yargılanma ihtimalini de göze almaktan kaçınmıyorum.

Her ne kadar “Karakoldan-Pembekol”a uzanan hizada “Kaba dayak” yasal zorunluluk yüzünden yerleştirilen kameralar sayesinde azalmış olsa da bitmiş değil.

Dahası günümüz gözaltılarındaki sistemli ve manevi işlemler karşısında “Keşke tekme-tokat dövselerdi” diyen çok kişiye rastladım.

Rahmetli annem: “Sen de dölek duraydın!” derdi. Yani “Doğru dur, hata yapma” anlamı taşır ,Orta Anadolu’da “Dölek dur”… Galiba “Dölek durmadık”… Fincancı katırlarını ürküttük. Vatandaşlık görevimiz gereği insanlarımızın uyanışı, gerçekleri öğrenmesi için fazla çaba sarf ettik ki “Gözaltı” ile başlayan süreç de “Burnumuzu sürtmek” için mevcut düzen canımızı acıtmaktan kaçınmadı. Evrensel hukuk kurallarını çiğnenmesine göz yumdu.

Çok acıttı… Çook….

Bundan sonra “Burası Dingo”nun ahırı değil ulan!” ile gözaltı ajandasına notlar düşmeye devam ederken; başta Silivri’de hukuksuzca tutulan Prof.Dr. Ümit Özdağ, İBB Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu olmak üzere, sevgili öğrencilerimiz ve masumiyet karinesi hiçe sayılanları yürekten selamlıyorum.