Gazeteciliğin bizatihi bir “kamusal alan mesleği” olduğu söylenebilir. Kamusal alan gerek kavramsal anlamı gerek kullanımları itibariyle gazeteciliğin gerçekleştiği yerdir.

Gökhan Bulut

Gazetecilik kamusal alanın bilgisini toplayarak, üreterek, ürettiği bilgiyi kamusal alanın içine sunarak ve kamuoyunun demokratik şekilde oluşumuna katkı sağlayarak yürütülen bir meslek. En azından en yaygın kabuller bunu söylüyor. Gazetecilik mesleğinin tanımı, işlevleri ve geleneği, mesleğin kamusal alanın hem oluşturucularından hem sürdürücülerinden biri olduğunu gösteriyor. Kamusal alanla ilgili tüm deneyim, uygulama, mücadele ve tartışmaların merkezinde de zaten büyük ölçüde gazetecilik yer alıyor.

Kamusal alan kavramına hâkim anlamını veren dönemlerin kurucu gelişmesi Sanayi Devrimidir. Modern basının ve modern kentlerin oluşumunu da bu dönemde ve bu koşullar içinde görürüz. Dolayısıyla modern kamusal alan öncelikle gazeteciliğin kurumsallaştığı ve örgütlü bir faaliyet haline geldiği yerdir. Mesleğin tanımını geniş ölçüde belirleyen “kamusal yarar”, “4. güç” gibi ilke ve işlevlerin tanımlanmasıyla da yine bu dönemlerde karşılaşırız.

Daha yakın dönemlerde de Türkiye’de kamusal alanlar basın kuruluşlarına mekânsal olarak ev sahipliği yapıyordu. Kent merkezinde bulunan İstanbul’da Cağaloğlu (Babıali), Ankara’da Ulus (Rüzgârlı Sokak) gibi akla ilk gelen örnekler. Basının kent merkezlerinde yer alması, gazetecilerin halkın içinde bulunduğu koşulları ve yaşadığı sorunları birebir gözlemleme fırsatı da vereceğinden meslek için oldukça önemsenen bir durum. Toplumsal yaşamın bilgisini üretebilmek için bu yaşamı doğrudan deneyimlemek gerektiği düşüncesi de gazeteciliğe içkin haldedir. Gazeteciler için verilen “otobüse binmeli, halkın arasına karışmalı, gözlem yapmalı” gibi öneriler birebir gözlem ve doğrudan deneyimin önemine ilişkin ortak ifadeler gibidir.

Kamusal alan, gazetecilerin doğal gözlem alanı ve bilgi kaynağı olmanın yanı sıra gündelik yaşamlarında sosyalleşme alanları olması nedeniyle de oldukça önemlidir. Bürolar dışında da mesleki bir paylaşım yaratır, bilgi ve fikir alışverişini alışkanlık haline getirip kümülatif bir fikri zenginleşmeyi sağlar.

Kentin kamusal alanlarında bulunma, gazeteciler için kendi habercilik faaliyetlerinin sonuçlarını gözlemleme ve test etme fırsatı da verir. Gazetecilerin 2000’lere kadar kent merkezlerinde bulunan kurumlarda çalışıyor olması, buralardaki bazı işletmelerin doğal gazeteci kamuları haline gelmesini de beraberinde getirir. İstanbul’da Meserret Kıraathanesi, İhsan Kıraathanesi, Talat’ın Kahvesi, İstanbul Lokantası; Ankara’da -bugün hiçbiri açık olmayan- Karpiç Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Engürü Kıraathanesi, Büyük Ekspres Birahanesi gibi işletmeler, gazeteci kamusu haline de gelen yerlere bilindik örnekler. Medya kuruluşlarının büyük ölçüde plazalara ve dolayısıyla kent merkezlerinin dışına taşınmasıyla gazetecilerin bu tür gözlem, beslenme ve sosyalleşme alanlarını kaybetmesi kuşkusuz gazeteciliği de olumsuz etkiler. Kent merkezlerinde gerçekleşen gazeteci kamusallığı diğer kentliler ve gazetecilerle mesleki bir etkileşimi de beraberinde getirirken plaza çalışanlarının bu tür imkanı bulmaları da zorlaşır. “Plazalaşma” gazetecilik sermayesinin dönüşümüyle de ilgili tabii ki. Medya alanını ticari faaliyetlerinin bir parçası gören holdinglerin gazetecilerden beklentilerin de gazetecileri kamudan uzaklaştıran başka bir etken.

Bir yandan basın kuruluşları kentin geleneksel kamusal alanlarından çekiliyor bir yandan gazeteciler içinde bulundukları çalışma koşulları nedeniyle kamusal gündeliklerini yitiriyor diğer yandan da akreditasyon sınırlandırmaları ve yayın politikalarındaki çölleşmenin etkisiyle gazetecilerin kamusal alana çıkışı kısıtlanıyor. Tüm bunlar hiç kuşkusuz ki gazetecileri “kamusuzlaştırıyor”.

Bir önceki yazıyı “gazetecilerin 1 Mayıs alanında, bir parçası oldukları işçi sınıfının içinde olmaları önemli” diye bitirmiştik. Belki bundan da önemlisi gazetecilerin kamusal alanda; bir parçası oldukları halkın içinde ve onlarla birlikte olmaları.