Cumhurbaşkanlığı seçimine aylar kala KKTC’de iç siyasi dengeler yeniden şekilleniyor. Bir yanda Ankara destekli iki devletli çözüm politikası, diğer yanda esnek federasyon ve iş birliği modellerini savunan muhalefet yükselişte. BM’nin yeni özel temsilcisiyle başlayacak gayrı resmi görüşmeler adada çözüm arayışına diplomatik ivme kazandırıyor.
Kıbrıs meselesi, her diplomatik döngüde bir umut penceresi açarken, hemen ardından kapanan bir dosya halini almaktan kurtulamıyor. 2021 Cenevre görüşmelerinin ardından, Birleşmiş Milletler’in çözüme yönelik girişimleri beklemeye alınmışken, şimdi yeni BM Genel Sekreteri Özel Temsilcisi María Angela Holguin Cuellar’ın 22 Mayıs itibariyle adada gerçekleştireceği temaslarla fiilen görevine başlaması, yeni bir müzakere dönemine dair ihtimali gündeme taşıyor. Ancak masanın kurulup kurulamayacağından önce, bu masada hangi modelin tartışılabileceği esas mesele.
Diğer yandan 19 Ekim’de her zaman olduğu gibi “hayati” olarak tanımlanan bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacak Kıbrıs Türk halkı. Çeşitli kamuoyu yoklamaları yapılıyor. Bu araştırmalar büyük bir sürpriz yaşanmaz ise seçimin sonucunun ancak ikinci turda alınabileceğini, büyük olasılıkla ikinci turda mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile Cumhuriyetci Türk Partisi (CTP) lideri Tufan Erhürman’ın yarışacağı beklentisini uyandırmakta. Elbette seçim sandığı ortaya konup halk tercihini yapıncaya kadar kim kazanır, kim kaybeder kimse kesin olarak tahminde bulunamaz. Yine de birçok analist Ankara’nın 2020 seçimindekine benzer bir şekilde müdahalede bulunmaması durumunda değişik ve sürpriz sonuç alınabileceğini vurguluyorlar.
KKTC ve ada böyle tarihi bir süreçte iken bir grup gazeteci ile birlikte Kıbrısta idim. Tatar ve Erhürman’ın yanı sıra, önceki görüşmeci ve dışişleri bakanlarından Halkın Partisi (HP) lideri Kudret Özersay, parti kurma hazırlıkları içerisindeki Serdar Denktaş, önceki görüşmeci Ergün Olgun, PRIO Kıbrıs direktörlerinden Mete Hatay ve sendikacılar ile kapsamlı görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerden üç bölümlük bir analiz hazırladım. Bugün birinci bölümü sunuyorum.
Kıbrıs’ta federasyon defteri kapandı mı? Yeni diplomatik raund başlıyor mu?
İki tarafın çözüm vizyonları birbirinden tamamen kopmuş durumda: Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye artık açık biçimde iki devletli çözümü savunuyor. Rum tarafı ise hâlâ iki toplumlu, iki bölgeli federasyon modelini tek seçenek olarak gündemde tutuyor. Bu denklemde üçüncü taraflar, özellikle Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler, uzun zamandır geçerliğini yitirmiş federatif çözümü savunmakla eleştiriliyor. Peki, gerçekten federasyon defteri kapandı mı?
Kıbrıs meselesi, yarım asrı aşkın süredir çözüm masalarında dönüp duran, her diplomatik döngüde bir umut penceresi açarken hemen ardından kapanan, çözümden çok statükoyu tahkim eden bir dosya haline geldi. Bu girift dosya yeniden gündemde: Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in Özel Temsilcisi olarak atadığı Kolombiyalı diplomat María Angela Holguín Cuéllar, 22 Mayıs 2025 itibariyle Ada’daki taraflarla gerçekleştireceği ilk temaslarla fiilen görevine başlayacak.
Holguín Cuéllar’ın ilk görev dönemindeki temasları sonrası BM’ye sunduğu raporda “ortak zemin yok” ifadesini kullandığı öne sürülmüştü. Şimdi yeni tur temaslar başlatması, müzakere sürecine bir ivme kazandırma ihtimali doğuruyor. Ancak esas mesele, masanın yeniden kurulup kurulamayacağından önce, o masada ne tür bir çözüm modelinin tartışılabileceği.
Çünkü Ada’da artık “federasyon” ve “iki devletli çözüm” arasında sadece siyasi bir farklılık değil, bir varlık-yokluk mücadelesi biçiminde kutuplaşmış iki farklı diplomatik tahayyül söz konusu. Bir yanda Türkiye ve KKTC tarafından savunulan iki devletli model, diğer yanda BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı federatif çözüm arayışı…
Bu bağlamda şu temel sorunun yanıtı giderek netleşiyor: Kıbrıs’ta federasyon defteri gerçekten kapandı mı?
Tatar: İki devletli çözüm geri dönülmez bir yoldur
KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, görevde bulunduğu süre boyunca Kıbrıs sorununa dair en temel dış politika yönelimi olarak iki devletli çözüm modelini benimsemiş ve bunu yalnızca siyasi bir tercih değil, bir “diplomatik mecburiyet” olarak tanımlamıştır. Tatar’a göre federasyon arayışı, yıllar süren müzakere süreçlerinin Rum tarafının uzlaşmaz tutumu nedeniyle defalarca başarısızlığa uğramıştır ve artık tarih olmuştur.
“Federasyon demek, Türkiye’nin buradan çıkması demektir. Dolayısıyla federasyon devri kapanmıştır bize göre. Kim ne derse desin.”
Bu sözler sadece bir siyasal pozisyonun ifadesi değil; aynı zamanda Türkiye ile ortak yürütülen bir dış politika hattının, müzakere zeminini belirleyecek şekilde şekillendiğini göstermektedir. Tatar’ın çizgisi, yalnızca KKTC’nin değil, Ankara’nın da dış politika vizyonuyla bütünleşmiş durumdadır.
Yeni yerleşke, yeni siyasi mimari: Tatar–Erdoğan uyumu
Tatar’ın bu siyasi çizgisi, yalnızca söylemsel bir duruş olarak kalmamış, mekânsal ve kurumsal boyutlara da taşınmıştır. Lefkoşa’nın kuzey sınır hattında, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla inşa edilen yeni Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi, Tatar döneminin sembolü haline gelmiştir. Yerleşke, sadece mimari değil, aynı zamanda siyasi anlamlar yüklü bir yapı olarak kamuoyunun gündemindedir.
Bu kompleks; Cumhurbaşkanlığı binası, yeni meclis yapısı ve dev bir camiden oluşmaktadır. KKTC muhalefetince “Ankara’nın gölgesi” eleştirilerine konu olan bu yapının bir diğer tartışma alanı da üzerine inşa edildiği arazinin mülkiyet durumudur. Türk tapulu olmayan, muhtemelen Rum malı olan bir bölgede inşa edilmesi, gerek hukuki gerekse siyasal açılardan tartışma yaratmıştır.
Ancak Tatar’a göre bu eleştiriler “suni gündemlerdir.” Ona göre önemli olan, KKTC’nin devlet mimarisini tahkim eden, güçlü ve itibarlı kurumsal yapılar inşa etmektir. Bu yerleşkenin mesajı nettir: KKTC kalıcıdır, geri dönülemezdir ve federasyon hayalleri için geri adım atılmayacaktır.
“3D formülü” ve Rum tarafına sert eleştiriler
Tatar’ın çözüm politikası, yalnızca içeriye değil, uluslararası kamuoyuna da doğrudan mesajlar içermektedir. Özellikle Rum tarafının Kıbrıslı Türklere uyguladığı izolasyon politikasına karşı geliştirdiği “3D formülü” — doğrudan ticaret, doğrudan uçuş, doğrudan temas — çözüm sürecinin ön şartı olarak öne sürülmüştür.
“Rum tarafı bizimle herhangi bir şekilde güç paylaşımına gitmek istemiyor. Ne BM, ne AB, ne insan hakları… Hiçbir şey dinlemiyorlar. Türkiye’ye bel altı vuruyorlar, burayı çökertmek için.”
Tatar’a göre, Rum tarafının bu sert ve dışlayıcı tutumu sadece müzakere sürecini tıkamakla kalmıyor, aynı zamanda Kıbrıs Türk halkının gündelik hayatını da cezalandırıyor. Ercan Havalimanı’nın “işgal altındaki toprak” sayılması, Kuzey Kıbrıs’tan mülk alan yabancıların Rum makamlarınca tutuklanması gibi adımlar, Tatar tarafından insan haklarına aykırı, etnik ayrımcılıkla örülü bir ambargo sistemi olarak tanımlanıyor.
Türk devletleri ve AB baskısı: Gerçekçi diplomasi vurgusu
Geçtiğimiz aylarda bazı Türk Cumhuriyetlerinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) büyükelçi atamaları da Tatar’a sorulduğunda, bu gelişmeleri dramatize etmemeyi tercih etti. Tatar’a göre bu tür diplomatik adımlar, Avrupa Birliği’nin baskısıyla atılmış ve sembolik düzeyde kalan jestlerdir.
“AB zorladı onları. Kendi menfaatleri bakımından öyle uygun gördüler. Ama ben bunu çok önemsemek istemiyorum. Esas işleri burada, KKTC’de. Büyükelçiler zaten Ankara’dan gelip burada işlem yapıyor.”
Bu yaklaşım, Tatar’ın diplomasiyi salt şekil değil, sahadaki gerçeklik üzerinden okuduğunu gösteriyor. Ona göre Kıbrıs’ta önemli olan, uluslararası kabul değil, devletin fiilî işleyişini ve iradesini korumaktır.
Tatar’ın pozisyonu: Stratejik gerçekçilik mi, siyasi itaat mi?
Tatar’ın liderliği, bazı çevrelerce “Ankara’nın uzantısı” olarak değerlendirilse de, onun savunduğu çizgi, destekcileri açısından da hem Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygılarını hem de Kıbrıs Türk halkının tanınma ve eşitlik taleplerini aynı potada eritmeye çalışmak olarak değerlendirilmekte. Bu bağlamda, Tatar’ın politikası, “egemen eşitlik” talebinin içini fiilî bir devlet inşasıyla doldurma çabasıdır.
Ancak bu yaklaşım, uluslararası meşruiyet ve çözüm süreci açısından sık sık tıkanmaktadır. Çünkü BM’nin kararları ve AB’nin çizgisi değişmeden, iki devletli çözüm modeline geçiş mümkün görünmemektedir. Bu durumda Tatar’ın politikası, kısa vadede iç konsolidasyon sağlasa da, uzun vadede çözüm üretmeyen bir çıkmazı da yeniden üretme riski taşımaktadır.
Rum tarafı: Tek yol federasyon
Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Rum siyasi elitleri, BM kararlarında yer alan “iki toplumlu, iki bölgeli federasyon” modelinden başka herhangi bir çözüm seçeneğini resmi olarak tartışmayı reddetmektedir. Onlara göre Kıbrıs Cumhuriyeti zaten uluslararası meşruiyete sahip, AB üyesi bir devlettir. Dolayısıyla “KKTC’nin tanınmasına gidecek herhangi bir çözüm modeli,” devletin tekliğini tehdit eder.
Ancak bu tutum, tarihsel ve sosyolojik bağlamdan kopuk bir statü muhafızlığı olarak eleştirilmektedir. Çünkü 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, iki toplumun ortaklığı üzerine kurulmuş ve sadece üç yıl içinde fiilen çökmüştür. Kıbrıslı Türkler 1963’ten itibaren cumhuriyetin yönetiminden dışlanmış, 1974’teki Türk müdahalesi ise Ada’yı fiilen ikiye bölmüştür. Bugün federasyon talebiyle masaya oturan bir Rum liderlik, bu tarihi arka planı yok saymakta ve Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini sürekli “göstermelik” düzeyde tutmaktadır.
Rum tarafı, federasyonu ancak Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında üniter bir devlet modeline evrilmiş bir biçimde tahayyül ediyor. Bu yaklaşımda dönüşümlü başkanlık, veto hakkı, eşit temsil gibi temel unsurlar ya reddediliyor ya da “birincil halk” pozisyonundan bakıldığında meşru kabul edilmiyor.
Crans-Montana: Siyasi eşitlikte tıkanan, şehirden kaçılarak terk edilen müzakere
2017 yılının Temmuz ayında İsviçre’nin Crans-Montana kasabasında toplanan müzakere masası, Kıbrıs sorununda belki de son gerçek federatif çözüm fırsatının kaçırıldığı yer olarak tarihe geçti. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in bizzat katılım sağladığı bu görüşmeler, sadece Kıbrıs’taki iki toplum liderlerini değil, garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ı da kapsayacak şekilde yapılandırılmıştı. Guterres’in “çerçeve belgesi” adı altında sunduğu yol haritası, çözümün tüm teknik ve siyasal başlıklarını kapsamaktaydı.
Görüşmeler boyunca Türk tarafı, özellikle yönetim ve güç paylaşımı, toprak düzenlemeleri, mülkiyet, Avrupa Birliği’ne uyum gibi konularda önemli esneklikler göstermiş, büyük tavizler vermişti. Aslında bu başlıklarda, Rum tarafının taleplerine cevap verecek şekilde, Türk tarafının ciddi özverilerle uzlaşmaya vardığı bir çerçeve oluşmuştu. Masada kalan tek temel başlık ise “Güvenlik ve Garantiler”di. Bu başlıkta karar verici taraflar, Kıbrıs Türkleri ve Rumların yanı sıra üç garantör ülkeydi.
Ancak Türk tarafının tüm iyi niyetine ve müzakere gücüne rağmen, süreç beklenmedik şekilde çökme noktasına geldi. Çünkü tam da garantör ülkelerin devreye girerek çözüm anlaşmasını şekillendireceği aşamada, siyasi eşitlik meselesinde kritik bir kriz patlak verdi.
Türk tarafı, kurulacak federasyonun iki kurucu devleti arasında dönüşümlü başkanlık ve eşit yönetime katılım ilkesini vazgeçilmez olarak savunuyordu. Ancak Rum tarafı, bu temel siyasi eşitlik ilkesini fiilen reddetti. Özellikle, o dönemde Rum Dışişleri Bakanı olan ve bugün Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan Nikos Hristodulidis’in müdahaleleriyle sürece bir tür diplomatik sabotaj gerçekleşti.
Anlatılanlara göre, Rum tarafı, Anastasiades liderliğindeki heyetle birlikte, bu siyasi eşitlik taleplerini provoke eden bir tutum sergileyerek, uzlaşının eşiğine gelinmişken, Türk tarafının kazanımlarını “maksimalist talepler” gibi sunmaya başladı. Bu ortamda Rum lider Nikos Anastasiades, BM heyetine bilgi vermeden, bir akşam saatinde müzakere masasını terk etti; deyim yerindeyse alacakaranlıkta Crans-Montana’yı kaçarak terk etti.
Bu dramatik çekilme, sürecin sonunu getirdi. BM, 10 gün boyunca Crans-Montana’da hazırlık, uzlaşma ve çözüm atmosferi yaratmak için çabalarken, Rum tarafı son kertede siyasi eşitliği kabul etmeye yanaşmayarak süreci çöpe attı. Bu, sadece Kıbrıs Türk tarafında değil, Türkiye’de de federatif çözüme dair tüm umutların tükendiği andı.
Bugün, Türkiye ve KKTC’nin birlikte savunduğu “iki devletli çözüm” politikası, doğrudan Crans-Montana’daki bu başarısızlıktan doğan diplomatik hayal kırıklığının sonucudur. Çünkü Crans-Montana, yalnızca bir çözüm masasının dağılması değil; aynı zamanda federasyon hayalinin, Rum tarafının egemenlik ve yönetimi paylaşmaya hazır olmadığı gerçeğiyle sona erdiği noktadır.
Erhürman: Federasyon ezberi değil, siyasi gerçeklik üzerine kurulu bir formül
CTP lideri Erhürman, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine “çözüm odaklı ama gerçekçi” bir pozisyonla hazırlanıyor. Ersin Tatar’ın “iki devletli çözümden geri dönüş yok” politikasını eleştiren Erhürman, Kıbrıs Türk halkının ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde karşı karşıya kaldığı izolasyon, tanınmama ve stratejik yalnızlaşma risklerine dikkat çekiyor.
Erhürman’a göre mevcut iki devletli çözüm yaklaşımı, yalnızca BM kararları ve uluslararası hukuk açısından değil, Türkiye’nin Kıbrıs’taki garantörlük statüsünün sürdürülebilirliği açısından da sorunludur. Ona göre iki ayrı devlete dayalı çözüm formülü, fiilen KKTC’nin tanınmamasıyla zaten işlevsizleşmişken, aynı zamanda Türkiye’nin adanın tamamı üzerindeki tarihî haklarını da zayıflatmakta ve tüm müzakere pozisyonlarını çıkmaza sokmaktadır.
“İki devletli çözüm dediğiniz zaman, Birleşmiş Milletler tarafları çağıracak masaya ve ‘Ben KKTC’yi tanıyorum’ diyecek… Bu mümkün mü? BM’nin 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarını kaldırması gerekir. Bu kararları kaldırmak için beş daimi üyenin oybirliği gerekir. Bu mümkün mü?”
Bu sözleriyle Erhürman, iki devletli modelin bir tür diplomatik illüzyon olduğunu; uluslararası gerçekliğe dayanmadığını, iç kamuoyuna yönelik bir siyasi söylemden öteye geçemeyeceğini vurguluyor.
Bunun yerine önerdiği model ise klasik federasyon anlayışını aşan, daha esnek ve siyasi eşitliğe odaklı bir yapı: Kurucu devletlere dayalı gevşek federasyon. Erhürman bu modeli şöyle tanımlıyor:
“Annan Planı’nda örneği olan, iki eşit kurucu devlete dayalı, yetkilerin çoğunun bu kurucu devletlerde olduğu, merkezi federal yapının sınırlı ve sayılı yetkilerle donatıldığı bir sistem. Bu yapı, tek egemenlik ilkesini korurken, kurucu devletlerin iradesini ve iç yönetimini güvence altına alır.”
Bu tanım, teknik olarak federasyonla konfederasyon arasında bir çizgide duruyor diye izah eden Erhürman’a göre bu model, hem uluslararası toplumun “tek egemenlik” beklentisini karşılıyor, hem de Kıbrıslı Türklerin tarihî olarak talep ettiği yönetime etkin katılım ve eşit ortaklık şartını içeriyor.
Çözüm için ön şart: Siyasi eşitlik
Erhürman’ın pozisyonunu farklılaştıran bir diğer önemli unsur, müzakere masasına dönüşün ancak ön koşullarla mümkün olabileceğini savunması. Ona göre, Rum tarafı 50 yılı aşkın süredir müzakere masasını kendi lehine şekillendirmiş ve Kıbrıs Türklerini “toplum” düzeyinde muhatap olarak kabul ettirmiştir. Bu nedenle CTP’nin kırmızı çizgisi şudur: Cumhurbaşkanlığında rotasyon dahil siyasi eşitliğin pazarlık konusu yapılmaması.
“Masaya oturmadan önce Rum lider bize diyecek ki: ‘Kardeşim ben siyasi eşitliği kabul ettim. Dönüşümlü başkanlığı da kabul ettim. En az bir Kıbrıslı Türk’ün olumlu oyu olmadan merkezi yapıda hiçbir karar alınamaz.’ Bunlar BM Güvenlik Konseyi kararlarında zaten yazıyor. Bunları tekrar müzakere etmeyeceğiz.”
Bu, müzakere sürecine bir tür hukuki eşitlik filtresi uygulamak anlamına geliyor. Yani artık masaya “her şeyi yeniden tartışmak” için değil, siyasi eşitlik teyidi alınmış bir zemin üzerinden oturulması gerektiği vurgulanıyor. “Ayrıca görüşmeler bir takvime bağlanacak. Süreç sonunda başarısız olunur ise Kıbrıs Türkü statükoya dönmeyecek. Bunlar da BM’den taleplerimiz.”
Ancak bu modelin Rum tarafında da bir karşılığı yok. Hristodulidis’in liderliğindeki Rum yönetimi, bu önerileri “KKTC’nin meşrulaştırılması” olarak okuyor. Kıbrıslı Türklerin dönüşümlü başkanlık talepleri hâlâ Rum toplumunda tepkiyle karşılanıyor.
Türkiye ile ilişkiler: Garantörlük, saygı ve ortak strateji
Tufan Erhürman, CTP’nin Türkiye karşıtı bir parti olarak sunulmasını ise haksız bir çarpıtma olarak değerlendiriyor. Türkiye’nin garantörlük rolünü, ulusal güvenlik, enerji politikası ve deniz yetki alanları bakımından “vazgeçilmez” olarak tanımlıyor. Ancak bu ilişkinin tek taraflı olmadığını, karşılıklı saygı, eşitlik ve ortak strateji temelinde yürütülmesi gerektiğini savunuyor:
“Kıbrıs’la ilgili kritik başlıklarda hiçbir şekilde irademiz kayıtta değil. Bizim irademizi geçin, Türkiye garantör ülke, Türkiye de kayıtta değil.”
Bu sözler, yalnızca bir yakınma değil; çözüm sürecine Türkiye’nin daha stratejik ve çok taraflı bir bakışla katılması gerektiği yönünde bir çağrı sanki. Erhürman’a göre Türkiye’nin yalnızca KKTC’nin arkasında durması değil, çözümün merkezinde ve aktörü olarak sahada olması gerekir.
Rum kamuoyu ve sürdürülemez statü
Erhürman’ın çözüm perspektifi sadece Türk tarafına değil, Rum tarafına da yöneltilen bir çağrı esasında. Rum kamuoyunun yıllardır sürdürdüğü “tek devletin sahibi biziz” anlayışının, enerji, altyapı ve güvenlik politikaları üzerinden sürdürülebilir olmadığı görüşünde CTP lideri. Kıbrıs Rumlarının yıllardır hidrokarbon kaynaklarından tek kuruş kazanmamış olması, Interconnecte projesinin tıkanması, yüksek elektrik maliyetleri ve sürekli artan güvenlik kaygıları Erhürman’a göre bu statünün kırılganlığını ortaya koymaktadır.
“Ben bir Kıbrıslı Rum olsam, bu adanın 30 yıl sonra neye benzeyeceğini sorgulardım. Sürekli diken üstünde yaşamak, sürdürülebilir bir şey değil.”
Erhürman’a göre çözüm süreci yalnızca siyasi bir tercihten ibaret değil; bölgesel iş birliği, ekonomik kalkınma ve toplumsal istikrar açısından da zorunlu hale gelmiştir.
Özersay ve “iş birliği modeli”
Önceki görüşmeci ve dışişleri bakanlarından Halkın Partisi Genel Başkanı Kudret Özersay ise iki ana kutup arasındaki çözümsüzlüğü aşmak için “iş birliği modeli” öneriyor. Bu modele göre, siyasi statü tartışmalarına girmeden, iki taraf belirli alanlarda teknik düzeyde iş birliği yapabilir: enerji, sağlık, çevre, ulaşım gibi sektörlerde karşılıklı bağımlılık üzerinden bir etkileşim kurulabilir.
Özersay, bu modelin Türkiye ile Yunanistan, hatta bölgesel aktörler arasında diplomatik normalleşme fırsatları yaratabileceğini savunuyor. İbrahim Anlaşmaları ile Arap–İsrail yakınlaşmasının önünü açan formüllere benzer şekilde, “önce iş birliği, sonra çözüm” mantığı öne çıkarılıyor.
Bugün uluslararası toplumda oldukça sempati toplayan ve özellikle Cenevre gayrıresmi görüşmesiyle sanki yeni “sürecin” karakteristiği olacak gibi görünen ve halkın günlük sıkıntılarını hafifletilerek başlayarak giderek enerji, su gibi daha çetrefil alanlara yönelmesi beklenen “işbirliği modeli” ne yazık ki Rum tarafında büyük bir kuşkuyla karşılanıyor. Çünkü herhangi bir iş birliği yapısı, KKTC’nin fiilî bir devlet olarak muhatap alınması anlamına gelebilir. Statü korkusu, teknik iş birliğinin bile önünü kesiyor.
Denktaş, Olgun ve “statü eşitliği” meselesi
Eski başbakan yardımcısı Serdar Denktaş ile eski başmüzakereci Ergün Olgun’un değerlendirmeleri ise sürece daha yapısal bir eleştiri getiriyor. Denktaş’a göre hem federasyon hem iki devletli çözüm önerileri artık içerikten yoksun birer retorik haline geldi. Ona göre, “Bu kadar yıl tartıştık. Tartışacak yeni bir şey yok. Ama hâlâ halkımıza neyi önerdiğimizi anlatamıyoruz.”
Olgun ise esas meselenin “statü eşitsizliği” olduğunu savunuyor. Cenevre’de 2021’de önerilen “ön müzakere” sürecinin Rumlar tarafından reddedilmesi, Türk tarafının egemen eşitlik talebinin muhatap alınmamasıyla sonuçlandı. Olgun’a göre bir çözüm süreci başlayacaksa, öncelikle tarafların eşit statüde muhatap kabul edilmesi gerekiyor:
“Eşitliğin gerçekte gözetilmediği koşullarda, gerçek eşitliğe dayalı bir sonuç elde etmek güçtür.”
Masada ne var, ne yok?
Bugün Kıbrıs’ta çözüm masası kurulsa bile, neyin görüşüleceği belirsizdir. Türk tarafı “iki devletli çözüm” dışında bir öneriyi masaya koymuyor. Rum tarafı “federasyon dışında hiçbir formülü” tartışmıyor. Ortak zemin yok.
Bu denklemde BM Temsilcisi Holguín Cuéllar’ın görevi zorlu olacaktır. Ancak esas mesele, çözüm formülünden önce, tarafların birbirini eşit ve meşru muhatap kabul edip etmeyeceğidir. Çünkü muhataplık ilişkisi kurulmadıkça, ne çözüm olur ne de müzakere.