Külliye açılışı, Teknofest coşkusu, muhalefet protestoları, bir gazeteciye yönelik ölüm tehditleri ve son olarak başörtüsü krizi… KKTC, iç içe geçmiş semboller, gerçekler ve sarsıcı çelişkilerle karşı karşıya. Bu topraklarda ne saraylar yeter, ne gösteriler; eğer vicdan susar, hukuk suskun kalırsa.
Bu haftaki yazım birkaç başlık altında, bölümler halinde olacak. Çünkü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) yaşanan gelişmeler sadece “gündem” değil; aynı zamanda demokrasinin, devlet aklının, basın özgürlüğünün ve toplumsal vicdanın da sınandığı başlıklara dönüştü.
Külliye ve Teknofest: Gösteri mi, güvence mi?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın birlikte açılışını yaptığı yeni Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi, Meclis binası ve kütüphane — yani “minyatür Ankara Külliyesi” — temeli dahi atılmadan polemik konusu olmuştu.
Eleştiriler sertti: “Hastane yapsaydınız, yolları düzeltseydiniz ya!” diyenler, külliyeyi ihtiyaç değil, israf olarak gördü. Özellikle Rum tarafıyla ilişkili bazı çevreler, bu yapının “devleti tahkim değil, vitrine çıkarma” olduğunu savundu.
Ancak Ankara’nın verdiği mesaj netti. Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dedi: “Kıbrıs Türk halkına muhteşem bir eser daha kazandırıyoruz. Bugün bu topraklara bir mühür daha vuruyoruz.”
Ve ardından da ekledi:
“Türkiye'den Kuzey Kıbrıs'a denizin altından suyu getirdik mi? Şimdi ikinci etap... İnşallah elektriği de getireceğiz"
Devam etti Erdoğan:
“KKTC’nin tanınması için mücadelemizi sürdüreceğiz. Kıbrıs Türk halkının yanında olmaktan asla vazgeçmeyeceğiz.”
Tatar da yaptığı konuşmada Kıbrıs şartlarında oldukça görkemli Cumhurbaşkanlığı ve yeni meclis yerleşkesini “egemenlik sembolü” olarak niteledi:
“Bu sadece bir bina değil; geleceğimizin temsili.”
1-4 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen TEKNOFEST KKTC de benzer tartışmalarla başladı. Bazı sol gruplar “boykot” çağrısı yaptı, festivali “askeri şov” hatta “ölüm makineleri sergisi” olarak nitelendirdi. Ancak meydanlardaki kalabalık gösterdi ki, halk en azından genç kuşak açısından bu tür etkinlikleri sahipleniyor.
Erdoğan, bu tepkilere şu sözlerle yanıt verdi:
“Teknofest’i boykot çağrısı yapan marjinal tipler hayal kırıklığına uğradı. Meydan tıklım tıklım dolu.”
Tatar ise bu etkinliği, gençliğe yapılan bir yatırım olarak gördüğünü ifade etti:
“Bu festival bizlere çok şey öğretti, tarihi birlikte yazdık.”
Ancak tüm bunlar yaşanırken, polisin bazı protestoculara yönelik müdahalesi hem orantısız hem de talihsizdi. Oysa KKTC kültürü, farklı sese tahammülün yaşatıldığı nadir toplumlardan biridir.
Falyalı dosyası: Bir gazetecinin yaşam hakkı
Gündemin görkemli tarafını bir kenara bırakalım. Daha sarsıcı, daha ciddi bir mesele var: Gazeteci Ayşemden Akın’a yönelik ölüm tehditleri.
Bugün Kıbrıs gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ayşemden Akın, geçen yıl öldürülen mafya lideri Halil Falyalı’nın karanlık ilişkilerini gün yüzüne çıkaran haber dizisiyle dikkat çekti. Ancak bu gazetecilik cesareti, hayatını tehdit eder hale geldi. Üstelik Hollanda’da mülakat verdiği kişi — Falyalı’nın “kara kutusu” olarak tanımlanan şahıs — kısa süre önce infaz edildi.
Durum vahim. Polis Genel Müdürlüğü’ne resmi koruma başvurusu yapılmış durumda. Ancak bu, sadece bir “bireyin sorunu” değil. Bu, bir ülkenin hukuk devleti olup olmadığının sınavıdır.
Kıbrıs Türk devletinin, halkını ve gazetecisini koruyamadığı bir senaryo, yalnızca faillerin değil; önlem almayan yetkililerin de suç ortağı sayılacağı bir felaket olacaktır. KKTC polisi ivedilikle bu konuya yoğunlaşmalı, gazeteci arkadaşımıza yeterli koruma sağlamalı, KKTC yargısı da bu konuyu hızla soruşturmalıdır.
Başörtüsü krizi: Toplumsal kodlara yabancı bir gerilim
Ve tüm bunların arasında bir süredir üzerinde yazdığımız saçma bir başörtüsü krizi çıktı ortaya.
Bir öğrencinin inancına uygun şekilde başörtüsüyle ders dinlemesiyle başlayan tartışma, günlerdir büyütülerek siyasallaştırıldı. Ne zaman ki bu topraklarda ekonomik sorunlar konuşulacak olsa, birileri çıkıp inanç ya da yaşam tarzı üzerinden kutuplaştırma üretmeye çalışıyor.
Kıbrıs Türk halkı, hem laik, hem de inançlara saygılı bir toplumdur. Kimse kimsenin başını örttüğü veya açtığı için yargılanmaz. Bu yüzden başörtüsü üzerinden yürütülen bu kriz, toplumsal gerçekliğe aykırıdır. Varoluş nedenini kaybeden sendikaların böyle suni gerginlikleri köpürtmesine, Türkiye karşıtlığı yaratmalarına müsade edilmemelidir.
Kıbrıs ne İran’dır ne de dünün Türkiye’si. Bu ada, başı örtülüyle başı açık olanın kol kola yürüyebildiği bir gelenekten gelir. Kadının başındaki örtüyü rejim meselesine dönüştürmek, onu yine öznesi olmadığı bir kavganın cephesi yapmaktır. Ne inanç özgürlüğüne fayda sağlar ne de kadın haklarına.
Saray duvarları mı, kalem uçları mı?
Tarihin yönünü yalnızca sarayların duvarları değil, kalemlerin cesareti ve toplumun sağduyusu belirler.
Hazır 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Gününü kutlarken fırsattan istifade vurgulayayım, susturulan bir gazetecinin ardından, yükselen hiçbir kule ayakta kalamaz. Başını örten bir öğrencinin yadırgandığı yerde, kimse inanç özgürlüğünden söz edemez.
Kıbrıs Türk halkı, tüm bu gelişmelerin ortasında neyin sembol, neyin gerçek, neyin ise istismar olduğunu ayırt edebilecek kadar tecrübeli bir halktır. Ancak sessizlikle, suskunlukla, görmezden gelerek değil… Ses çıkararak, sahip çıkarak, birbirine omuz vererek.
Ayşemden Akın’ın yaşamı, başörtülü öğrencinin onuru, protesto eden gencin özgürlüğü… Hepsi aynı kefededir.
Hepsi hukukun, devletin ve toplumun vicdan sınavıdır.