Dönem dönem, kuşaktan kuşağa eriyen, zamanla unutulmuş değerlerden başlıcasıdır ‘aidiyet’ dediğimiz duygu.
İnsan, doğduğu andan itibaren bir yere, bir şeye, birilerine ait olmak ister. Belki de varoluşun en derin sızısı, bu ait olamama halinden doğar. Aidiyet, bir toprağa, bir aileye, bir inanca, bir hayale kök salmak demektir.
Şeyh Galib’in beyti güzel özetler;
“Ey insan! Sen alemin özüsün, yaratılmışların gözbebeğisin. Aradığın aidiyet, bir coğrafyada değil, bir unvanda değil, bir kalıpta değil — kendi özünde saklı.”
Atalarımızdan feyz alabiliriz, geçmişte de kendini hiçbir yere ait hissedemiyorsa bir insan, gönlü ehile denk düştüğünde ‘önce kendine ait ol’ yanıtını bulmuştur. İşte asıl sır burada saklıdır. Aidiyet, başkalarının seni kabul etmesiyle değil, senin kendinde bulduğun yurtla mümkündür. Bu yüzden aidiyet, hem özgürlük ister hem teslimiyet. Özgür olacaksın ki gerçek kimliğini arayabilesin; teslim olacaksın ki bulduğun kimliği bir yere sabitleyebilesin. ‘Ait olmak’ ile ‘sahip olmak’ arasındaki farkı da karıştırmamak gerekir. Sahip olmak geçicidir; aidiyet ise ruhla örülmüş bir ebediyettir. Sahip olduklarımızı kaybettiğimizde, ruhumuzun kimsesiz kaldığını hissederiz; oysaki onlar hiçbir zaman bizim gerçek yurdumuz değildir.
Mevlana şöyle der:
“Nereye gidersen git, ama kalbini de beraber götür. Yoksa hiçbir yer sana ait değildir, sen de hiçbir yere ait olmazsın.”
Kimi bir okulun avlusunda, kimi bir çocuğun tebessümünde, kimi bir dağın eteklerinde bulur aidiyetini. Önemli olan, nereye yaslandığın değil, hangi niyetle yaslandığındır. Dış dünyada aradığın her şey, iç alemde gizlidir. Asıl yurt, insanın kendi kalbidir ve insan, ait olduğu yeri bulduğunda değil; ait olduğu yeri sevdiğinde gerçek yurdunu kurar.
Bir ağacın köklerine benzer insan. Ne kadar uzaklara uzansa da dalları, ne kadar büyüse de gövdesi, toprağın altındaki temelidir ayakta tutan ve yaşatan. Bazıları toprağı unutur, rüzgarla sarhoş olur. Bazıları rüzgarı unutur, toprağa zincirlenir. Oysa hikmet, ikisini de duymakta gizlidir; ‘Rüzgarla es, ama köklerini unutma’. Malesef çağın hızı, bizi dallarımızla övünmeye zorlar, köklerimizden utanır, geçmişimizi süs yerine yük bellemiş halde savrulmaya başlarız. Oysa insanı insan kılan, nereye gittiği değil, nereden geldiğini unutmamasıdır.
Bir deniz kıyısında, yosun kokusuyla uyanan bir sabahı düşünün. Gözlerinizi açtığınızda, duvarlarında çocukluğunuzun izleri olan eski bir evin içindesiniz. Raflarda toz tutmuş kitaplar, kapının eşiğinde unutulmuş terlikler… Her şey yerli yerinde, her şey biraz yıpranmış ama tam da bu yüzden gerçek. İşte aidiyet tam da böyle bir şeydir; yeni ve parlak olanla değil, eskimiş ve sizinle yaşlanmış olanla kurulur.
Bazen bir ses çağırır içten içe. Bir türküde, bir dua mırıldanışında, bir annenin sabah telaşında. O çağrı, ne kadar uzaklara gitseniz de size seslenir: ‘Buradasın, burada kal’. İşte bu, yuvaya dönen rüzgarın sesidir. Ait olduğumuz yer, sadece bir mekan değil; zamansız bir hissin, unutulmuş bir sıcaklığın adıdır. Belki de o yüzden en çok güvende hissettiğimiz yerde değil; en çok anlaşıldığımız yerde aidiyeti buluruz.
İnsanı en derin yalnızlıklardan kurtaran şey, ait olduğu bir sesin, bir bakışın, bir kokunun hala var olmasıdır. Kimi zaman bir dostun sesi, kimi zaman sevdiklerinden kalan bir fotoğraf ya da bir mektup… Aidiyet, bir coğrafya ya da bir kimlik kartı meselesi değildir; ruhun kendi özüne varma serüvenidir. Özellikle çalışma hayatında ve kuşaklar arasında aidiyetin kırık aynalarında kendimize bakarken, hangi parçaları elimizde tuttuğumuz dahi önem arz eder. Kırılmış aynaların arasında bile kendimizi tanıyabildiğimiz bir parçadır aidiyet. Ve o parça, zamanla bütün olur; insan, kendi eksiklerinden bir yuva örer.
Yolculuklar güzeldir; bilinmezliğin çekici serinliğiyle sarar bizi. Ama her yol, aslında içten içe bir dönüştür; dönmek, hatırlamak, kabullenmek… Aidiyet, gittiğimiz yerlerde değil; döndüğümüz duraklarda yeşerir. Yeri gelir, çay bardağının buğusunda, bir soba çıtırtısında, bir göl kıyısındaki sessizlikte buluruz kim olduğumuzu... İşte o an, ne zaman ki rüzgar esip yüzümüze çocukluğumuzun kokusunu taşır, ne zaman ki bir sokak lambasının altından geçerken, kalbimizde eski bir anı çınlar; biliriz ki, hala bir yere aitiz. Ait olabilmek, güzel bir tesellidir. Yalnız olmadığımızın, kaybolmadığımızın kanıtıdır.
Kayıp olma hali insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasıyla başlar. Yabancılaşma ile aidiyet arasındaki mücadele, insanın gönül meydanında sürer. Biri sürgüne çıkarır, diğeri vuslata yaklaştırır. Dengede durabilenler, hem rüzgarla sırdaş hem toprakla yoldaş olur. Lakin bu çağın insanı, akar ama durmaz; gezer ama kök salmaz. ‘Bir sonraki durak’ diye diye kendi gönül evini kaybeder. Sürekli bir sonraki durağı arayan insan da, bazen olduğu yerin mucizesini ıskalar.
‘Öz yıkılmaz; şekiller yıkılır. Öz kaybolmaz; yollar kaybolur.’ Halbuki gerçek aidiyet, bir ofiste, bir şehirde, bir rolde sabit kalmakta değil; nereye gidersek gidelim içimizde taşıdığımız bir merkeze, bir gönül istasyonuna bağlı kalmaktadır. Aidiyet, değişen çağlara direnmek değil, değişen çağlarda kendine sadık kalmaktır. Ve her yeni nesil, her yeni zaman; bize kaybettiğimizi sandığımız evin, belki başka bir biçimde yeniden kurulabileceğini fısıldar.
Belki de asıl mesele bir yere ait olmadan kaybolmamak; kaybolmadan da her yere ait olabilmektir.