Tanzimat Devri'nin ilk ve en önemli gazeteci-yazarlarından birisi, hiç kuşku yok ki İbrahim Şinâsi Efendi'dir. Şinâsi, günümüzün eğitim sisteminde yeterince tanıtılıp, kavranmadığı gibi tarihimize olan katkıları da hakkıyla teslim edilmemiş büyük bir aydındır.
Bu büyük aydın, yakın tarihimizde fikir, edebiyat ve gazetecilik alanlarında "ilklerin adamı" olarak gösterilmiştir. Hakikaten O, yaşadığı dönemde hep ilklerin aydını olmuştur. Batılı anlamdaki ilk Türk tiyatro eseri olan "Şair Evlenmesi"nin yazarı, Avrupaî türdeki ilk şiirlerin kalemi, ilk özel gazetenin kurucularından biri, ilk makalenin müellifi vs... Liste uzar gider...
Önceki yazılarımızda Şinâsi'nin fikir, edebiyat ve basın hayatına getirdiği yeniliklerden yeterince bahsetmiştik. Ancak Şinasî'yi yalnızca ilklerle kategorize ederek anlatmak; O'nun fikir dünyasını dar bir alana hapsetmek olacaktır. O, bir öncüdür. Fikir ve eylemleriyle bir döneme yön veren; kendisinden sonraki aydınları, gazetecileri, yazarları etkileyen, hatta onların eşiğini yükselten bir öncüdür.
Bu yazımızda O'nun, Osmanlı-Türk Aydınlanması'na ivme kazandıran en önemli eylemi olarak gördüğümüz dildeki sadeleşme ihtilâlinden söz edeceğiz. Bu husus fazlasıyla önemlidir ve hakikaten dönemine göre bir ihtilâldir. Zira, Şinâsi ne yaptıysa, Osmanlı Türkçesi'ni sadeleştirerek kullanması sayesinde yapabilmiştir. Böylece, sade bir dille yayın yapan gazeteciliği de halkı aydınlatmanın aracı ve misyonu haline getirmiştir.
Eğer Şinasi, Tercüman-ı Ahvâl'den sonra kendi sahipliğinde kurduğu Tasvir-i Efkâr'da, ağdalı Arapça sözcükler ve Farsça tamlamalarla işgal altına alınan Osmanlı Türkçesi'ni sadeleştirerek kullanmasaydı; buna öncülük etmeseydi, halk bu gazeteleri nasıl okuyup, nasıl anlayacaktı? Yeni Türk Edebiyatı'nın temellerini oluşturan Batı'ya ait edebî türleri topluma nasıl tanıtıp, nasıl anlatabilecekti? Tabi ki sadeleştirilmiş Türkçe ile yayınlanan bu gazeteler vasıtasıyla...
Halkın süslü, uzun uzadıya Arapça-Farsça tamlamalarla dolu olan yazı dilini anlaması mümkün değildi. Yalnızca saray erkânı, kalem efendileri, kâtipler ve müderrishanelerin rahle-i tedrisinden geçen kişiler ile az sayıdaki devlet mekteplerinden yetişen aydınların kullanabildiği bir yazı diliydi Osmanlıca...
Ayrıca, Tanzimat Devri'nde okur-yazar sayısı pek azdı... Bu konuda ciddi bir kayıt olmadığı için bu oranı "yüzde birkaç" ile tarif etmek pek yanlış olmasa gerektir. Osmanlı'nın son dönemlerinde bu oranın erkeklerde yüzde '7', kadınlarda ise binde '4' olduğu gerçeğini gözönüne alırsak; ifade ettiğimiz yüzde birkaçlık okuma-yazma oranı, Tanzimat Devri'nin gerçeklerine uzak olmayacaktır.
Bir örnek verelim; Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra II. Mahmud, bu ocağın niçin ve hangi amaçla kapatıldığını halka izah etmek için bildiriler bastırıp, İstanbul'un en ücra köşelerine kadar dağıtımını yaptırmıştı. Ne var ki, devlet tarafından resmî yazı dili olarak benimsenen "Osmanlıca" (Osmanlı Türkçesi) ile kaleme alınan metinlerden, halk çok fazla birşey anlayamamıştı.
İşte bu yüzdendir ki gazete, Şinasi'ye göre halkın eğitileceği bir okul gibiydi. Aynı zamanda devrin aydınlarının da sayfalarında kendini yetiştirip, halkı aydınlatabileceği bir zemin...
Bu anlayış, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gazetecilik mesleğinin ve gazetelerin zımnî olarak işlevî, misyonu hâline geldi. Şinâsi'nin, gazetecilik adına yaptıklarının önemine ve değerine bu zaviyeden bakmak gerekir. Şinâsî, gazetecilik vasıtasıyla ortaya koyduğu dili sadeleştirme çabaları sayesinde, eğitimsiz bırakılan halk kitleleri ile yönetici ve aydın kesimler arasındaki kalın perdeyi yırtan ilk gazetecidir.
Günümüzde hâlâ haber müdürleri, mesleğe yeni başlayan genç gazetecilere, "Haberlerinizi halkın anlayacağı şekilde basit ve sade yazın" derler. Bu prensip, Şinasi'nin bize bıraktığı bir meslek geleneği olsa gerektir.