Her gün, bir başka doğar içimize, havayla birlikte yavaş yavaş gönlümüzde ısınır. Hayat gibi yeşerir ümitlerimiz. Kuşlar şakıdığında, rüzgar yeni doğmuş çiçekleri okşadığında içimizde de tarifsiz bir huzur belirir. Çünkü ‘Erik Mevsimi’ gelmiştir… Sadece doğanın uyanışı değil, zamanın kendini yeniden hatırlayışıdır bu. Varoluşun döngüsüdür.
Daha kışın soğuğu toprağın derinliklerinden çekilmeden, göğe doğru uzanan bir ağacın çıplak dalları bir sabah ansızın beyaza bürünür. Vaktidir artık… O ince dallarına çiçeklerini kondurur. Saflığın timsali o küçücük çiçekler, sanki doğanın en narin müjdeleridir. Önce sessizdirler, sonra rüzgârla birlikte hafifçe konuşmaya başlarlar. Erik ağacı da, bu fısıltıyı en önce duyanlardan biridir.
Aynı ağaç, aynı dallar gibi görünse de, hiçbir şey tam olarak öncekiyle aynı değildir. Çünkü varlık, durağan değil akışkandır. İnsan da böyledir: Toprağın bağrında sabırla bekleyen tohum, nasıl bir sabah ansızın çatlayıp filiz verirse, insanın içinde de görünmez bir uyanış gerçekleşir. Renkler en parlak hallerini alır, tazeliğin kokusu tüm alemi sarar, bolluk ve bereket aşamasına geçilmiştir. Mevsim bahardır, bilincimiz bir başka ufka yönelir, zamanın dokusu değişir.
Kış, hakikatin derinlerine çekildiği bir inziva ise; Erik Mevsimi, vuslata ermiş ademin, kendi özüne yeniden kavuşmasıdır. Bizi kendimize döndüren ayna gibidir bu mevsim; bir diriliştir ve daha ilk adımında değişim vardır. Önce tomurcuk olur, sonra çiçek, ardından meyve… Her aşaması ayrı bir hikayedir. Her değişim, doğanın kaçınılmaz yasasıdır. Belki de bahara bu yüzden bu kadar hayran oluruz.
Erik ağacı, baharın en erken habercilerindendir. Kendi zamanından emindir. Ne acele eder ne de geç kalır; tam vaktinde çiçeklenir, çiçeklerini döker ve yerine minik, yeşil meyveleri belirir. Önce küçücük, sert ve henüz lezzetine tam kavuşmamış. İnsanoğlu da benzerdir. Hayatın ilk zamanlarında olgunlaşmamış, serttir; sabırsızdır, keskin köşeleri vardır. Tıpkı dalında henüz güneş görmemiş bir erik gibi, insan da hayata karşı tecrübesizdir. Biraz zamana, biraz rüzgara ve belki de biraz fırtınaya ihtiyacı vardır. Öte yandan insan, çoğu zaman ya geçmişin soğuğunda üşür ya da geleceğin sıcağında kavrulur. Şimdinin baharında filizlenmeyi unutmuş gibidir.
Sonra erik büyür. Yağmurların suyunu çeker, güneşin ışığında olgunlaşır. Ekşiliği yumuşar, içindeki sertlik azalır. Hayat da insana böyle yapar aslında. Zaman geçtikçe, başımıza gelenler bizi törpüler, içimizdeki ham duyguların sivri uçlarını yavaşça yuvarlar. Acılar, sevinçler, bekleyişler… Hepsi, tıpkı erik gibi bizi de olgunlaştırır.
Belki, biz insanlar da birer erik ağacıyız. Kendi baharlarımız var, kendi çiçeklenmelerimiz, kendi meyveye durmalarımız… Gençliğimizin baharı, ikinci bahar, son bahar derken; Biz olgunlaştıkça, hayatın her evresinde başlangıç ve bitişin aslında izafi olduğunun kanıtı bünyemize sirayet eder. Ama doğanın aksine, çoğu zaman çiçek açmaktan korkarız. İçimizde tomurcuklanan fikirleri, duyguları, tutkuları hep ‘doğru zamanı’ bekleyerek erteleriz. Oysa erik ağacı bize basit ama derin bir öğüt verir: Zamanın geldiğinde tereddüt etme. Çiçek aç, rüzgarla konuş, dökülmekten korkma. Çünkü her dökülen çiçek, yeni bir başlangıcın habercisidir. Yeniden doğuşun vücut bulmuş halidir.
Hiçbir şey gerçekten durmaz; yalnızca derinlerde, gözden ırak bir değişim sürer. Toprak altında sabırla bekleyen tohumlar, ağaçların sessiz kökleri, uykuya dalmış gibi görünen dallar… Hepsi, zamana ve dönüşüme teslim olur. Bizler için ölüm, yaşamın karşıtı gibi görünse de; doğada tam tersine, onun bir kapısıdır. Birinin yitişi diğerinin doğuşuna vesile olur. Doğada yaşamını yitiren bir varlık, yüzlerce başka canlının hayatını sürdürmesini sağlar. Kışın ölü gibi görünen ağaç, baharla birlikte tekrar dirilir. Ama bu, eskisinin tekrarı değil, bambaşka bir varoluştur.
Baharın bu sürekli değişen, tazelenen ruhu bizlere önemli bir kılavuzdur ve belki de en önemlisi, bahar bize beklememeyi öğretir. Doğa ertelemez, tereddüt etmez. İnsan da hakikat yolunda böyle olmalıdır… Mesele baharı beklemek yerine, baharın kendisi olmaktır. Ağaçlar, her yıl yapraklarını dökerek ölümü kabul eder, sonra baharla birlikte yeniden doğarlar. İnsan da kendi varlığından soyunmadan, özündeki bahara ulaşamaz.
Yunus Emre’nin dediği gibi, “Ölmeden önce ölmek” gerekir ki, insan özündeki baharı yaşayabilsin. Bahar, bu ölüp dirilmenin, faniden bakiye yürüyüşün en güzel metaforudur. Aynı bahar, insanın iç yolculuğunu temsil eder. Tohum, kabuğunu kırmadıkça ağaç olamaz. İnsan da kendi içindeki sınırları aşmadıkça gerçek anlamda var olamaz.
Belki de baharın bize verdiği en büyük ders budur: Yeniden başlamak için cesaret göstermek. Geçmişin soğuğunu, içimizde biriktirdiğimiz “eskiyi” bırakmadan yeni bir bahara adım atamayız. Tıpkı ağacın yapraklarından vazgeçmesi gibi, insan da dönüşebilmek için eski benliğini eritebilmelidir.
Bahar, sadece doğada değil, insanın içindeki değişimde de saklıdır. Mesele doğadan ilham alabilmek, zamanın içinde değil, zamanla birlikte akmaktır. Ama işin sırrı şuradadır: Erik, sabretmeden tatlanamaz. Dalında yeterince kalmazsa ekşi, fazla kalırsa çürük olur. İnsan da, ne çok acele edip ham kalmalıdır ne de fazlaca oyalanıp çürümelidir. Hayatın özü, tam vaktinde olgunlaşabilmek, tam vaktinde düşebilmektir.
Ve gün gelir, erik dalından kopar. Bir ağacın gölgesinde, bir çocuğun avucunda, bir rüzgarın savurduğu toprağın içinde yeni bir yolculuğa çıkar. İnsan da öyle değil midir? Bir gün, geldiğimiz bu dalı bırakıp başka bir aleme savrulacağız. Önemli olan, o zamana kadar nasıl bir meyveye dönüştüğümüzdür. Ham mı kaldık, çürüdük mü, yoksa tatlı bir hatıra mı bıraktık ardımızda?
İşte erik, insana bunu hatırlatır. Hayatın ekşisini de tatlısını da kabullenmeyi, zamanın döngüsüne güvenmeyi ve her şeyin bir vakti olduğunu…
Ve erik, baharın olgunlaşmış halidir. Doğanın sabrıdır.
Ve belki de en güzel insan, zamanın kendisini dönüştürmesine izin verendir.