İlkokul 1. sınıf ve okul öncesi öğrenciler haftada bir gün yüz yüze eğitime başladı. Milli Eğitim Bakanı Selçuk, uzaktan eğitime devam edecek diğer kademelerdeki öğrencilerin, sınıflarda eğitim öğretime başlama konusundaki sürecin önümüzdeki üç haftanın sonunda değerlendirileceğini belirtti. Siyasilerin gerilim ve kutuplaşmadan oy nemalanıp, kendi saflarını sıklaştırmaları sonucu hemen her konuda olduğu gibi ayrışmayı huy edinen toplumda yine bir kesim, “uzaktan eğitimde büyük fırsat eşitsizliklerin olduğu”, mutlaka yüz yüze eğitime geçilmesi gerektiği görüşünü savunup, Avrupa örneğini vermeye başladı. Avrupa’da yüz yüze eğitime çoktan başlamış olduğu doğrudur ancak, Avrupa ülkeleriyle Türkiye kıyaslandığında özellikle eğitim konusunda olağanüstü rakamsal farklılıklar göze çarpıyor. Türkiye’de eğitim-öğrenim ordumuz denildiğinde 26 milyonluk öğrenci ve bir milyonun üzerindeki öğretmenden söz ediyoruz. Bu sayı birçok Avrupa ülkesinin nüfusunun üzerindedir. Yine yüz yüze eğitimi savunanlar, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine atıfta bulunup, 20 yaş altında korona virüs ölüm oranının binde 2 den az olduğuna dikkat çekip, okullarda önlem alınmasının yeterli olacağından söz ediyor. Ancak unutmayalım yüz yüze eğitim için, salt okullarda sağlanacak fiziki ve hijyenik koşullar yeterli olamaz. Okulların açılması, beraberinde yüz binlerce okul personeli, servis şoförü, veli derken, olağanüstü trafiğiyle birlikte büyük bir “günlük seferberliğe” neden olacaktır. Burada söz konusu olan 30 milyondan fazla insanın sabah-akşam hareketliliğinden söz ediyoruz. Virüsün yayılmasının yeniden tırmanma sürecine girip Mayıs ayına geri döndüğümüz bu zamanda okulların açılması ısrarı doğru mudur? Şüphesiz eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması sosyal devlet ilkesinin en başat kuralıdır. Ancak böylesine yoğun bir öğrenci topluluğuna alt yapı olanağı sunmak her devletin harcı olmadığı gibi, ekonomik darboğazdaki ülkemiz için hiç de kolay değildir. Bu çerçevede, “Çocuklar için el ele”, “askıda tablet” benzeri kampanyalar ile yüz binlerce çocuğa tablet-bilgisayar-internet erişimi imkanı için ulusal seferberlik şarttır. Devletten tek başına bu yükün altından kalkması beklenmemeli. Öte yandan çalışan anne babaların durumu da ortadadır. Evdeki çocuğun kontrolü, ders takibinin ve enerji dolu bu gençliğin deşarj olmadan evlere sıkıştırılıp, ekran başına oturtulmasının ne denli zor olduğunu ancak yaşayan bilir. Ama yenidünya düzeni bunu gerektiriyorsa yapabilmeli, başarmalıyız. Bu bağlamda başta 3 büyük kent ve pandemi seyrinin yüksek olduğu ilerimizin dışındaki yerlerde yüz yüze eğitime geçilmesi uygun olabilir. Yeniden yükseliş eğilimi sergileyen bu salgın döneminde il ve bölge bazında ne yapılması ve neyin doğru olacağına siyasi kadrolardan çok bilim insanlarının karar vermeleri, toplumca onların sözlerine kulak vermemiz çok daha akılcı olacaktır. *** EMLAK ZENGİNİ ÇAKMA ŞEYH Eğitim konusuna değinmişken, giderek yaygınlaşan farklı bir paralel eğitim türü haline gelen, dergah ve tarikatlar, son dönemde skandallarıyla gündeme gelmeye başladı. Sosyal medya, son yıllardaki dergah furyasıyla, özellikle de Alçıpan ustası Eyyüp Fatih Şağban, nam-ı diğer Uşşaki Şeyhi Fatih Nurullah’ın çocuk istismarıyla çalkalanıyor. Tapu kanıtlarına göre bu şahıs meğerse emlak zenginiymiş! Ne yazık ki istismar vb. konularla basında-sosyal medyada gündeme gelince dergah, tarikat ve cemaatlerde olup bitenlere tanık olabiliyoruz. Sadece sonucu görüp sebeplerini tartışamıyoruz bile. Aslında bu yapılar her biri başlarındaki şeyhlerin kontrolünde yüzlerce müritlerden oluşan “gönüllü çalışanıyla” birer Anonim Şirket hatta holding gibi yönetiliyor. Çoğunluğu mütedeyyin insanlarımızın maddi manevi destekleriyle ayakta duran bu yapılarda olup biteni, zaman zaman basına yansıdığı kadarıyla, kamuoyunun bilgi sahibi olabildiği kadarıyla görebiliyoruz. Aslında bütün mesele, kağıtsız-küreksiz, sorgusuz-sualsiz yol almalarına göz yumulması sonucu kalkınan bu çarpık yapılanmaların, devletin sıkı denetiminden geçmesi ve yardım adı altında yapılan tüm akçeli işlerin görmezden gelinmemesiyle ilgili. Dışişleri Bakanlığında yurtdışında çalıştığım dönemde bölgemizde bu tür onlarca yapılanmayı incelemiş, denetimsizliğin sonuçlarının ağır olabileceğine bizzat tanık olmuştum. Konuya ebeveynler açısından bakılacak olursa, çocuklarının, “Kuran kursu” adı altında genç nesillerin geleceğini şekillendirirken, pedagojik eğitimden yoksun kadrolarca nasıl bir eğitim verildiği belli olmayan bu yapılara emanet etmeleri ne derece sağlıklıdır sorusunun sorulması gerekir. Devlet açısından bakılacak olursa, sıradan bir direksiyon kursu ya da herhangi bir dil eğitim kurumu için gereken izin ve denetimlerin sıklığı ve yoğunluğu ortadayken, bu yapıların adeta denetim dışı kalıp, faaliyetlerine seyirci kalınmasının doğru olup olmadığını sorgulamak gerekir. 21’nci yüzyılda yenidünya düzenine genç nesilleri hazırlarken, toplum sağlığı açısından tüm bu yapıların masaya yatırılıp, sağlıklı bir zeminde tartışılmasının zamanı geldi. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, Laik Cumhuriyeti kurarken, altını çize çize okuduğu bir kısmı yabancı 4 binin üzerindeki eser, cepheden cepheye koştururken edindiği olağanüstü deneyim ve tarihten çıkardığı derslerle, çağa ayak uydurabilen, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, özgür-uygar birey ve nesillerin yeşereceği modern bir ülke için, devrimlerini gerçekleştirmiştir. Bu cumhuriyeti şekillendirirken, bir çok devrimi gerçekleştirdi. İnebolu’da yaptığı “Şapka devriminin” ardından Kastamonu’da yeni bir devrimi daha ulusla paylaştı. Yaptığı en önemli devrimlerinden biriydi bu. 30 Ağustos 1925 yılındaki Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması devrimiydi! Bakın o tarihte Kastamonu’da halka seslenirken ne demiş Atatürk; “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”