Ankara gölgesinde KKTC: İç egemenlik, dış destek ve siyasi kimlik krizi
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, dünyada sadece Türkiye tarafından tanınan bir devlet olarak 1983’te kurulduğundan bu yana, siyasi bağımsızlık ile ekonomik/diplomatik bağımlılık arasında giderek gerilen bir çizgide varlık göstermektedir. Tanınmamanın getirdiği sınırlamalar, Türkiye ile olan ilişkiyi “koruyucu ortaklık” düzeyinden çıkarıp “yönetsel gölge” boyutuna taşımıştır.
Bugün KKTC’de, birçok alanda Türkiye’nin fiili yönlendirmesi vardır: Yatırım projeleri, kamu ihaleleri, protokol bütçeleri, eğitim müfredatları, kamu kurumlarındaki atamalar, hatta seçim süreçlerine dolaylı müdahaleler… Bu durum, adada yaşayan Kıbrıslı Türklerin, kendi kaderleri üzerinde ne kadar söz sahibi oldukları sorusunu her geçen gün daha yüksek sesle sormalarına neden olmaktadır.
Kurumsallaşan bağımlılık: Yardım protokollerinin siyasallaşması
KKTC ile Türkiye arasında imzalanan mali ve ekonomik iş birliği protokolleri, kuruluşundan bu yana devletin ayakta kalmasını sağlayan temel kaynaklardan biri olmuştur. Ancak bu protokoller, son yıllarda salt ekonomik yardım belgeleri olmaktan çıkmış, giderek ideolojik ve yönetsel müdahale araçlarına dönüşmüştür.
Özellikle son onbeş yılda, Türkiye’den gönderilen yardımların yalnızca altyapı veya maaş desteği gibi klasik kalemlere değil, eğitimden kültüre, dini kurum inşasından medya düzenlemelerine kadar uzanan kapsamlı bir ideolojik içerikle şekillendiği dikkat çekmektedir. 2022 ve 2023 protokolleri, “manevi değerlere bağlı gençlik yetiştirme”, “KKTC’de Türkiye ile uyumlu medya politikası”, “dini yapıların desteklenmesi” gibi maddeler içererek bu yönelimi kurumsallaştırmıştır.
Bu protokollerin hazırlık süreçleri de sorunludur: KKTC Meclisi veya kamuoyu genellikle içerikten haberdar edilmemekte, belgeler Ankara’da hazırlanmakta ve “imzala–uygula” mantığıyla yürürlüğe konulmaktadır. Böylece, protokol imzalamak, bir tür “yönetsel bağlılık senedi” hâline dönüşmektedir.
Muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri, bu durumu yalnızca iç siyaset açısından değil, anayasal egemenlik ihlali olarak değerlendirmektedir. Öyle ki, devlet bütçesinin neredeyse yarısı Türkiye’den gelen bu fonlarla oluşturulurken, söz konusu kaynakların nasıl harcandığı, hangi kurumlara ve ne amaçla aktarıldığı da çoğu zaman şeffaf değildir. Türkiye’den gelen heyetler, zaman zaman bakanlıklarda kendi teknik kadrolarıyla brifingler almakta, KKTC bürokratlarına doğrudan talimatlar verebilmektedir.
Bütün bu tablo, KKTC’nin 1983’te ilan ettiği siyasi bağımsızlığı, fiili olarak “protokollerle bağlı özerklik” modeline indirgemektedir. Bağımlılık ilişkisi, artık yalnızca ekonomik değil, yönetsel ve hatta zihinsel bir boyut kazanmıştır.
Siyasi temsiliyet mi, bürokratik vesayet mi? Yeni yerleşke tartışması
KKTC Cumhurbaşkanlığı için Lefkoşa’nın kuzey sınır hattına inşa edilen ve 3 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla açılan yeni “Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi”, kamuoyunda sadece estetik veya ihtiyaç düzeyinde değil, siyasi meşruiyet ve egemenlik tartışmalarının merkezinde yer alıyor.
Yerleşke, Meclis binası ve dev bir cami ile birlikte üçlü bir yapıyı barındırıyor. Bu yönüyle bir devlet mimarisinden çok, bir “siyasal temsil kompleksi” olarak dikkat çekiyor. Yerleşkenin yer seçiminden finansmanına, mimarisinden içeriğine kadar her aşaması Türkiye tarafından belirlenmiş; KKTC kamuoyunun görüşü alınmadan inşa süreci tamamlanmıştır.
Yerleşkenin inşa edildiği arazinin bir bölümünün tapu statüsünün tartışmalı olması ise, konuyu daha da hassas hâle getirmiştir. Kısmen Rum mülkiyeti olabileceği iddia edilen bir arazide “devletin kalbi”nin atacak olması, yalnızca uluslararası hukuk açısından değil, iç kamu vicdanı açısından da sorgulamalara neden olmaktadır.
Muhalefet bu yerleşkeyi, “egemenlik değil temsil krizidir” diyerek eleştiriyor. Eski cumhurbaşkanlığı binasının İngiliz koloni döneminden kalma bir yapı olması nedeniyle terk edilmesi savunulurken, aslında terk edilenin tarihsel kurumsal hafıza olduğu ileri sürülüyor. Yerleşke, bir yönüyle “Ankara’nın Kıbrıs üzerindeki mutlak temsil iddiasının mekâna dökülmüş hali” olarak da yorumlanıyor.
Erhürman bu konuda açık konuşuyor:
“Cumhurbaşkanlığı, Kıbrıs Türk halkının evidir. O bina, sadece bir idari merkez değil, halkın iradesinin simgesi olmalıdır. Şu anda ise bir saray var ama içinde halk yok.”
Yerleşke, bir bakıma bürokratik vesayetin anıtlaşmış hâlidir. Halktan kopuk, katılımı dışlayan, sembolleri Ankara’dan ithal eden bir siyasal mimari anlayışın tezahürüdür.
Kimlik bunalımı: Kıbrıslı Türk mü, Anadolu’nun vilayeti mi?
Kıbrıs Türk halkı, tarihsel olarak hem Osmanlı’nın mirasını hem de İngiliz sömürge yönetiminin bıraktığı anayasal ve hukuki altyapıyı taşıyan özgün bir siyasal kültürün sahibidir. Türkiye ile etnik, kültürel ve stratejik bağları güçlüdür. Ancak bu yakınlık, son yıllarda bir “kültürel asimilasyon” kuşkusu yaratarak kimlik bunalımına dönüşmüştür.
Özellikle AK Parti iktidarının şekillendirdiği muhafazakâr sosyo-politik anlayışın KKTC’ye nüfuzu, birçok Kıbrıslı Türk için kendi kimliğini sorgulama süreci başlatmıştır. Kıbrıslı Türklerin kentleşmiş, laik, sosyal demokrat kültürel kodları ile Türkiye’den gelen dindar-muhafazakâr yaklaşım arasında derin bir uyumsuzluk doğmuştur.
Bu durum yalnızca bireysel düzeyde bir aidiyet sorunu yaratmamış; kamusal yaşamın her alanına sirayet etmiştir: Eğitimde imam hatipleşme, toplumsal cinsiyet politikalarında gerileme, kadın hareketlerine baskılar, sanat ve kültür alanında sansür girişimleri gibi örnekler, kimlik krizini kurumsallaştırmıştır.
Birçok aydın, öğretmen, akademisyen, sanatçı, “Kıbrıs Türk kimliğinin eridiğini” dile getirmektedir. Bu yalnızca bir etnik kimlik sorunu değil; bir siyasal vatandaşlık meselesidir. “Kıbrıslı Türk” kimliğinin yerini, “Türkiye’nin uzantısı bir toplum” kimliği alma eğilimindedir. Bu da KKTC’nin “toplum olma” iddiasını zayıflatmakta, siyasi egemenliğin içsel dinamiğini aşındırmaktadır.
Başörtüsü krizi: Simgesel müdahale, toplumsal bölünme
2024 yılının en önemli iç gündemlerinden biri olan başörtüsü düzenlemesi, KKTC’de yıllardır korunan laik eğitim sisteminin kırılma anı olarak değerlendirildi. Ortaokul ve lise düzeyinde başörtüsü kullanımına dair alınan karar, yalnızca dini özgürlük açısından değil, siyasal anlamlar bakımından da büyük tartışmalara yol açtı.
Hükümetin ve özellikle Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın “bireysel özgürlük” savunusu üzerinden meşrulaştırmaya çalıştığı bu düzenleme, öğretmen sendikaları başta olmak üzere eğitim camiası, kadın hakları örgütleri ve laiklik savunucuları tarafından “örtülü ideolojik müdahale” olarak değerlendirildi.
Tatar’ın “burası laiktir, ama aile isterse takılır” şeklindeki açıklamaları, laikliğin devlet düzeyinde değil, aile düzeyinde tanımlanabileceği gibi bir algı yarattı. Oysa laiklik, bireyin inanç özgürlüğünü korurken kamu kurumlarını bu inançtan bağımsız tutan bir ilkedir. Tatar’ın yaklaşımı, bu çizgiyi belirsizleştirdi.
Bu durum toplumda ciddi bir kamusal bölünmeye yol açtı: Bir kesim, kararın bireysel hak ve özgürlükleri tanıması açısından olumlu olduğunu savunurken; büyük bir kesim ise bunun Türkiye’nin ideolojik yönlendirmelerinin KKTC eğitim sistemine doğrudan müdahalesi olduğunu belirtti.
“Geçmişte ‘daha Türk olacaksın’ deniyordu. Şimdi ‘daha dindar olacaksın’ dayatmasıyla karşı karşıyayız” sözleriyle gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı sergileyen Serdar Denktaş, bu gelişmeleri şöyle değerlendirdi:
“Laik eğitime sahip çıkan bu toplum, şimdi dini referanslarla eğitimi biçimlendiren bir siyasal ajanda ile karşı karşıya. Bu, Türkiye’den ‘biz uyuduk, siz uyumayın’ mesajıyla geliyor. Kabul edilemez.”
Suni bir şekilde, adeta provokasyon gibi ortaya atılan başörtüsü krizi, Kıbrıs Türk toplumunun iç bütünlüğünü zedeleyen ve devletin yönünü sorgulatan bir simgeye dönüştü. Artık mesele yalnızca başörtüsü değil, kimin karar verdiği, neyi temsil ettiği ve kimin adına konuştuğu bir konu halini aldı.
Eğitim üzerinden egemenlik: Diploma krizi ve siyasal araçsallaşma
Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Üniversitesi diplomasının, 1990’larda Girne Amerikan Üniversitesi’nden alınan bir yatay geçişle edinildiğinin ortaya çıkması ve bu diplomanın iptal edilmesi, KKTC üniversitelerinin Türkiye iç siyasetinde araçsallaştırıldığı eleştirilerine neden oldu.
Türkiye’deki idari hukuk konusunda akademik uzmanlığıyla tanınan CTP lideri Tufan Erhürman, hukuki açıdan bu iptalin dayanaksız olduğunu belirtti:
“İdari hukukta bir işlemin geri alınması, 60 gün içinde yapılmalıdır. 35 yıl sonra geri alınan bir diplomaya hukuk denemez.”
Bu kriz, KKTC üniversitelerinin uluslararası itibarını da zedeleyerek, akademik bağımsızlık ve yargının siyasallaşması konularında kamuoyunda ciddi endişelere yol açtı.
Mete Hatay’ın tespiti: Demografi sadece sayı değil, irade meselesi
PRIO Kıbrıs araştırmacısı Mete Hatay’a göre KKTC’deki en büyük kriz, demografik değişimin siyasi irade üzerinde yarattığı etkidir. Çok daha fazla olduğu iddialarına rağmen “600 bin” olarak tahmin ettiği nüfusun yalnızca %27–28’inin “kök Kıbrıslı Türk” olması, toplumun “kendi kaderini tayin hakkı”nı zedelemektedir.
“Vatandaşlık yoluyla yaratılan seçmen kitlesi, halkın gerçek tercihlerini gölgelemektedir.”
Bu durum, halkın devletine olan güvenini azaltmakta, siyaseti sadece “dış müdahale alanı” olarak algılamasına yol açmaktadır. Erhürman’ın sıklıkla dile getirdiği “irademiz kayıtta değil” cümlesi, yalnızca diplomasiye değil, sandığa da dairdir.
Muhalefetin yön arayışı: Egemenlik için sessiz diplomasi
CTP’nin çözüm modelinde yalnızca federasyon değil, Ankara ile karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki önerisi de var. Erhürman, Türkiye’yle çatışmadan ama KKTC’nin iç kurumlarını da Ankara’ya ipotek ettirmeden hareket edebilecek bir denge siyasetini savunduklarını anlattı.
Benzer şekilde HP lideri Kudret Özersay da “çözümden önce iş birliği” yaklaşımıyla, KKTC’nin uluslararası izole edilmişliğini aşmak için Türkiye’nin dahil olacağı bölgesel senaryolar üzerinden ilerlemeyi önerdiği “işbirliği modelini” detaylı olarak anlattı. İbrahim Anlaşmaları’nı örnek göstererek, enerji, ulaştırma, sağlık gibi alanlarda teknik iş birliklerinin siyasi çözümün önünü açabileceğini savundu.
Yargı ve sivil toplumun sessiz direnişi
KTÖS, KTOEÖS, Barolar Birliği, Basın-Sen ve birçok sivil toplum örgütü, son dönemde artan Türkiye müdahalesine karşı sessiz ama kararlı bir direniş hattı oluşturmuştur. Bu örgütler, gerek müfredat değişiklikleri gerekse kamusal alandaki dinselleşmeye karşı laik ve özerk kamu düzeninin korunması yönünde mücadele etmektedir.
Basın alanında da benzer bir direnç söz konusu. Türkiye’den gelen medya sermayesi ve propaganda içerikli yayınlara karşı yerel medya organları, ifade özgürlüğünü ve halkın bilgiye erişim hakkını savunmak için çaba göstermektedir.
Ankara gölgesinde solan bağımsızlık
KKTC’nin bugün karşı karşıya kaldığı en temel sorun, yalnızca dış tanınmama değil, içte tanınamama, içeride iradesizleşme sorunu. Türkiye desteği olmadan KKTC ayakta kalamaz; ancak bu destek, kimliksizleştiren ve kurumsal bağımsızlığı tehdit eden bir boyuta taşındığında, KKTC “devlet” olmaktan çıkar, bir uzantıya dönüşür. Türkiye’nin KKTC ile devletten devlete bir ilişki düzeyine geçmesi, bugünkü uygulamada yatırımların hibe, bütçe katkılarının ise borç kaydedilmesi yerine, yatırımların borç ve bütçe katkılarının hibe olması gerekmez mi? Belki böylece yapılan külliyeden otoyollara, içme suyu projesinden belki yarın elektrik sağlanmasına kadar yapılan ve yapılacak muazzam yatırımların barış masasında tazmin edilmesi mümkün olmaz mı?
Çözüm sürecinde hangi model tartışılırsa tartışılsın — ister federasyon, ister iki devlet, ister iş birliği — bu modelin başarıya ulaşabilmesi için önce KKTC’nin kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi kurumlarına sahip çıkan, yönetim zaafiyetinin ortadan kaldırıldığı, halkının iradesine güvenen bir siyasi yapıya kavuşması gerekir.