Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle üyelik hedefli ilişkileri 1959’da başladı. Merhum Adnan Menderes iktidarı ilk girişimi yaptı. Ankara Anlaşmasını ise merhum İsmet İnönü hükümeti imzaladı. Merhum Süleyman Demirel ilişkilerin gelişmesine katkı sundu.

Merhum Turgut Özal, Avrupa Birliğine tam üyelik müracaatında bulundu. Tansu Çiller gümrük birliği sürecini başlattı. 57. Hükümet, merhum Başbakan Mesut Yılmaz’ın yoğun çabalarının da etkisiyle Türkiye’yi Avrupa Birliği genişleme sürecine dahil etti ve uyum çalışmaları için gereken Ulusal Programı hazırladı.

Politika ülkeye ve insanlarına hizmet etme vasıtasıdır. Aksini yapanlar suç işlemiş sayılırlar. Hiçbir devletin kendi vatandaşını yoksul, mutsuz ve umutsuz kılmaya hakkı yoktur.

Mesut Yılmaz, “Tarih, tablosunda, millete ve devlete hizmet edenler bir tarafta, millet ve devleti yolundan çıkararak, ona zarar verenler diğer tarafta yer alacaktır ve iyiler, iyilikleriyle kötüler de kötülükleriyle anılacaktır” demişti.

Yılmaz, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için elinden geleni fazlasıyla yaptı. Ama ülkeyi bu hedefe ulaştıracak kadar ömrü olmadı. Mesut Bey’i, o zaman anlayamayan basiretsizler için şu tespitlerini hatırlatmakta yarar var.

Şöyle diyordu Yılmaz:

“Avrupa Birliğine üyelik süreci, Türkiye’nin, 200 yıllık, devletimizi tahkim etme ve milletimizi güçlü kılma çabalarının ulaştığı nihai noktadır. Türkiye, esasen, coğrafya ve siyasî yapı olarak zaten içerisinde yer aldığı Batı’yı, bir medeniyet olarak kendisi tercih etmiştir. Biz, yeni bir medeniyet dünyasına kendi isteğiyle dahil olan dünyadaki ender uluslardan birisiyiz.

1683’de Viyana bozgunuyla başlayan çöküş sürecini durdurmak için, bir medeniyeti bırakıp bir başka medeniyeti benimsedik. Devletimizi ve toplumumuzu, bu uğurda tepeden tırnağa değiştirmeye koyulduk. Vakai Hayriye’den, Tanzimat’a, Meşrutiyet’ten, Cumhuriyet’e kadar atılan bütün adımlarla tek bir hedefe yöneldik; o da, Batı medeniyeti içerisinde yer alarak devletimizi yaşatmak, onu yok olmaktan kurtarmak.

Türkiye’nin 200 yıllık tercihinin doğruluğu, bu tercihi yapmayan veya bu tercihi yapamayan çevremizdeki başka ülkelere bakıldığı zaman kolayca anlaşılacaktır. Başta Büyük Atatürk olmak üzere, bu yolda canla başla çalışan tüm devlet adamlarımıza ve tüm nesillere şükran borçluyuz.”

Bu yazıyı yazmama neden olan asıl şey, iki yabancı politikacının açıklamaları oldu. Onlardan biri Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye Daimi Raportörü Nacho Sánchez Amor diğeri de İspanya eski Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero.

Onlara geçmeden önce…

AB, Türkiye’nin samimi gayretlerine karşın tabiri caizse kazık üstüne kazık attı. İki önemli örnekle hatırlayalım:

*1995’teki Gümrük Birliği kalleşliği ile stratejik kozumuzu eline geçirdi. Bu sayede Türkiye'den her istediğini aldı.

*Annan Planı. Kıbrıs Türk tarafı planı onayladı. KKTC üzerindeki ambargolar kalkacaktı ama kalkmadı. Yetmezmiş gibi Rumlar AB üyesi yapıldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB’ye riyakar ve sahtekar tutumu nedeniyle rest çekmek zorunda kaldı:

“Biz Avrupa Birliği’ne verdiğimiz her sözü tuttuk ama onlar bize verdikleri sözlerin neredeyse hiçbirini yerine getirmediler. Kâğıt üzerinde ortaya koydukları ilkeleri, kuralları, süreçleri hiçe sayan bir yaklaşımla ülkemize haksızlık üzerine haksızlık yaptılar. Şayet bize karşı örtülü bir yaptırım gibi kullandıkları vize dayatması başta olmak üzere haksızlıklarından geri dönerlerse kendi yanlışlarını düzeltmiş olurlar. Yapmazlarsa siyasi, sosyal, ekonomik ve askerî olarak bizden herhangi bir beklentiye girme hakkını tümüyle kaybederler.”

AB’ye kızan sadece Erdoğan değil. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’de, “AB’nin amacı bellidir. Türkiye’ye karşı tenakuzlarla örülmüş tutumu bilinmektedir ve de AB asla dost olmayacaktır. AB’nin hem bünyesi hem de karar organları hastadır, ağır hasarlıdır. Türkiye husumeti ise gizlenemez düzeydedir. AB tutarsızdır, ikiyüzlüdür, düşmanca yaklaşımını deşifre etmiştir” görüşlerini paylaşıyor.

Şimdi, Amor’un Türk gazetecilerle yaptığı sohbetteki beyanlarına bakalım:

“Şu an çok yaklaştığınız Rus toplum modelini mi istiyorsunuz? Yoksa daha Avrupalı bir toplum modeli mi istiyorsunuz? Biz karar vermiyoruz ve bir ülkeye patronluk taslayacak bir konumda değiliz. Biz kapımızı açıyoruz. Türkiye'ye elimizdeki en iyi şeyi sunuyoruz. Biz Gümrük Birliği ya da anlaşmalar teklif etmedik. Biz tacın mücevherini sunuyoruz. Türkiye'ye üye olmasını öneriyoruz. Şimdi üye olma koşulunu yerine getirmek Türkiye'ye bağlı. Ülkenin hangi yönde ilerleyeceği de Türk vatandaşlarına kalmış.”

Zapatero ise adeta günah çıkarırcasına şu saptamada bulunuyor:

“Türkiye, AB üyesi olsaydı günümüzde yaşanan savaşlar olmazdı. Rusya, Ukrayna'ya savaş açamaz, İsrail Gazze'ye saldıramazdı. Türkiye'nin AB üyeliği geçmişte anahtar bir öneme sahipti, şimdi de anahtar ve gelecekte de anahtar olacak."

Türkiye’nin AB’ye gereksinimi olduğu kadar, AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardı. Almanya, Yunanlıları kullanarak sürekli yolu kesti. Şahsen ben Almanları sever ve akıllı olduklarını zannederdim. Meğerse basiretsizlikte şampiyonlarmış, öğrenmiş olduk. Yada kibirlerine, art niyetli düşüncelerine yenik düşmüşler. Ama kötü niyetliliğin sonu hayra çıkmıyor maalesef.

Geldiğimiz aşamada AB’nin günah çıkarma zamanı. Engel çıkartmadan, şart koşmadan, kıvırmadan Türkiye’yi üye yapmaları doğru yöntem. ‘Yok efendim siz şöyle yapın biz de alalım’ gibi hikayelere artık karnımız tok. Çünkü AB, ‘kalleşlik’kotasını fazlasıyla doldurdu. Önce Türkiye’yi AB üyesi yapacaklar. Yada eş zamanlı bir seremoni yapılabilir.

Mesut Yılmaz’ın da dediği gibi, “Türkiye kendisini Avrupa tarafından yarı yolda bırakılmış” hissediyor.

Kirli işlerin tetikçisi

İsrail’in ‘tetikçi’ olduğu konuşulurdu. İsrail demenin, ABD demek olduğu da bilinirdi. Ama bunu net şekilde ifade eden Batılı bir lidere pek rastlanmazdı. Almanya’nın yeni Başbakanı Friedrich Merz, İsrail'in İran'a saldırılarını yorumlarken, “Bu, İsrail'in hepimiz için yaptığı kirli bir iş. Bizler de bu rejimin kurbanlarıyız. Bu molla rejimi dünyaya ölüm ve yıkım getirdi” itirafında bulundu.

Merz, İsrail’in ‘tetikçi’ tutulduğunu görevinin de; ‘İran rejimini devirmek’ olduğunu açık seçik söyledi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, İsrail’i küresel emperyalizmin ‘kiralık katili’olarak nitelendirdi. İsrail’in savaşları geçim kapısı yaptığını söyledi. Alman Başbakan da aynı gün yaptığı açıklamayla adeta ‘Haklısın Sayın Bahçeli’ demiş oldu.

Ha ‘katil’ ha ‘tetikçi’ sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkıyor nitekim.

Tedbir ve Teyakkuz

Devlet Bahçeli, ‘tedbir ve teyakkuz’ uyarısı yaptı. Peki yeterince tedbirimiz var mı?

Öncelikle içerde birlik ve dirliğimiz sağlam mı?

Afgan, Suriyeli vs. kontrol altında mı?

Türkiye’nin hava savunması için gereken silahları ülkenin dört yanına konuşlandırdık mı? Bunların birkaç dizine yedeğini yapıp muhkem yerlere sakladık mı?

Keza füzelerimizi yeterli sayıya ve etkinliğe ulaştırdık mı?

Elektronik harp, günümüz savaşlarında olmazsa olmazlardan, umarım iyiyizdir.

İHA ve SİHA sektöründe güçlüyüz. Bu gurur veren gelişme.

Ama, KAAN yapım aşamasında ve yarın bir problem çıksa kullanamayacağız. Bu birkaç seneyi atlatacak gerekli özelliklerde ve sayıda uçağımız var mı?

Hazır söz KAAN’a gelmişken bir anımı paylaşmak isterim.

Yaklaşık 25 sene önceydi. Viyana’ya gitmiştim. Birkaç gazeteci arkadaşla bir dağa gezmeye götürdüler. 2. Dünya Savaşı esnasında Almanlar bu dağın derinliklerinde uçak fabrikası kurmuşlar. Rehberimiz gezdirirken şöyle dedi: “Almanya bu uçakları bir sene erken bitirip kullanıma almış olsaydı bugün dünya Almanca konuşuyor olacaktı…”