İstanbul’da 23 Nisan’da meydana gelen deprem, yalnızca yer kabuğunu değil, vicdanlarımızı da sarsmalıydı. Ama biz bu sarsıntılara, neredeyse kanıksanmış bir refleksle yaklaşıyoruz: Önce birkaç saniyelik korku, ardından hızla gelen kayıtsızlık… Oysa bu deprem, bir uyarıydı. Yerin altından gelen bu uyarı, “Hazır mısınız?” diye sordu. Ve biz, bu soruya yine hazırlıksız yakalandık.

Bu coğrafyada doğa, defalarca aynı soruyu sordu. Her seferinde binlerce canı alarak, şehirleri yıkarak, aileleri yok ederek… Yüzyıllar önce, 1509’da İstanbul’u vuran ve halk arasında “Küçük Kıyamet” olarak bilinen büyük depremde on binlerce insan yaşamını yitirdi. Aradan geçen iki buçuk yüzyıl sonra, 1766’daki bir başka İstanbul depremiyle şehir yeniden harap oldu.

Cumhuriyet döneminin ilk en ağır felaketi ise 1939 yılında Erzincan’da yaşandı. Yaklaşık 33 bin insan, soğuk bir Aralık gecesi toprağın altına gömüldü. 1940’lı yıllar, Tokat’tan Bolu’ya kadar birçok yıkıcı depreme tanıklık etti. Binlerce insanımız, kimi zaman çatısı başına yıkıldığı için, kimi zaman yardım geç ulaştığı için yaşamını kaybetti.

1976’da Van-Çaldıran’da yaşanan depremde neredeyse dört bine yakın yurttaşımızı toprağa verdik. Ve sonra, Türkiye’nin en acı hatıralarından biri: 17 Ağustos 1999. Gölcük merkezli büyük Marmara depremi…17 binden fazla can kaybı... Ardından gelen Düzce depremi, tam toparlanmaya çalışırken gelen bir darbe olmuştu…

Ve henüz çok taze bir yara: 6 Şubat 2023. Kahramanmaraş merkezli, ardışık iki büyük deprem 11 ilimizi etkilemiş bazı ilerimizi ise adeta yerle yeksan etmişti. Resmi verilere göre 50 binden fazla can kaybı; gerçekte ise çok daha fazlası…

Tarihler değişti, şehirler değişti ama acılar hep aynı kaldı. Her defasında büyük yıkımlar yaşadık, her defasında “bir daha olmasın” dedik. Ama ne yazık ki sözde kalan temennilerle, rafa kaldırılan önlemlerle, günü kurtaran politikalarla devam ettik.

Bugünkü deprem bir kere daha gösterdi ki İstanbul gibi bir megakentte hâlâ yeterli sayıda toplanma alanı yok! Olanlar ise ya betonlaşmaya kurban gitti ya da halkın bilgi dağarcığının dışında kaldı. İnsanlar panikle araçlarına atlayıp sokaklara döküldü, trafik dakikalar içinde felç oldu. Allah korusun, eğer bu deprem yıkıcı olsaydı; ölü ve yaralılar için olay yerine ulaşmak, sağlık ekiplerinin müdahale etmesi, itfaiyenin enkaza ulaşması mümkün olmayacaktı. Bu tablo açıkça gösteriyor ki, hem merkezi yönetim hem de yerel yönetimler yine sınıfta kaldı!

Her büyük felaketten sonra aynı temennileri dile getiriyoruz: “Ders çıkaralım”, “Bir daha olmasın”, “Önlem alalım.” Fakat birkaç hafta sonra gündem değişiyor, önlemler rafa kalkıyor. Oysa deprem, siyaset üstü bir konudur. Polemikle değil, projeyle; açıklamayla değil, icraatla mücadele edilmesi gereken bir gerçektir.

Hekimlikte çok iyi bildiğimiz bir kural vardır: Hastalık ortaya çıkmadan önlem almak, hastalığı tedavi etmekten çok daha kolay, ekonomik ve insancıldır. Aynı ilke deprem için de geçerlidir. Önleyici tedbirler almak; yapı güvenliğini sağlamak, tahliye planlarını hazırlamak, acil müdahale senaryolarını önceden çalışmak, yaşanacak kayıpları en aza indirmenin tek yoludur.

Bu konuda dünya çapında başarılı bir örnek var: Japonya. Tıpkı bizim gibi fay hatları üzerinde yer alan bu ülke, “depremle yaşamayı” öğrenmiş, sistematik bir hazırlık modeli oluşturmuştur. Bizim Japonya’yı örnek almamız için yeniden Amerika’yı keşfetmemize gerek yok. Bilim ortada, tecrübe ortada… Sadece insan yaşamına saygı duyan siyasi irade ve yönetsel kararlılık gerekiyor.

Biz bu ülkenin hekimleri olarak; pandemide, selde, yangında ve depremde hep halkımızın yanında olduk. Göçük altından can kurtarmak için, çadır hastanelerde nöbet tutmak için, yaraları sarmak için gece gündüz çalıştık. Ve bugün bir kez daha söz veriyoruz: Nerede ihtiyaç varsa oradayız. Ama bir kez daha dile getirmekte yarar var; deprem bu ülkenin coğrafi kaderi olabilir; depremin felakete dönüşüp dönüşmeyeceği ise karar alıcı pozisyonda olanların  sorumluluğunda…

O yüzden tekrar soruyorum: Doğanın daha önce defalarca verdiği derse bu kez hazırlıklı mıyız?