Alışmışızdır bir kere etrafımızda birilerinin olmasına, yanlış değildir ama kesinlikle doğru olduğunu da iddia edemeyiz.
İnsanın kendi kendine yetebilmesi beraberinde yalnızlık senfonisi içinde en temel notaları barındırır. Başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilmek, insanın asli sınavlarından biridir. Kişisel bağımsızlığımızın ilanı ile başlar süreç, yalnızca fiziksel bir ayrışma değil, aynı zamanda mental bir meydan okumadır.
Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi, “İnsan özgürlüğe mahkumdur”. Özgürlük, romantize edilerek övülen bir kavram gibi görünse de, ona sahip olmak demek seçimlerin ağırlığını sırtlamak anlamına gelir. Müstakil bir yaşam sürmek, başkalarının yönlendirmelerine ve kolektif aklın dayattığı kalıplara meydan okumaktır. Kendi evini inşa eden, kendi kurallarını koyan, tek başına var olabilen bir insan, gerçekten özgürdür. Ama bu özgürlüğün bir bedeli vardır. Karar vermenin, hata yapmanın ve bunların sonuçlarına tek başına katlanmanın sorumluluğu.
İnsan sosyal bir varlıktır. Eski zamanlardan beri, toplum içinde var olma arzusu, güvenliğin ve aidiyetin bir parçası olmuştur. Ancak, birey olma bilinci arttıkça, toplumsal bağlardan kaçış da bir o kadar sık rastlanan bir fenomen haline gelmiştir. Köyden kente göçen insanlar, kentten uzaklaşıp doğayla baş başa kalanlar, site vb. toplu konutları bırakıp müstakil evlere sığınanlar… Tüm bu hareketlerin temelinde bir özlem yatar. Kendi alanını, kendi hayatını ve kendi ritmini yaratma arzusu.
Ne var ki, tam anlamıyla bağımsız bir yaşam, bazen yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Bir yandan kendi kurallarını koymanın rahatlığı, diğer yandan yalnızlık ve izolasyonun ağırlığı… Bu ikilem, müstakil bir yaşam sürmenin en büyük muammalarından biridir. Müstakil yaşamın en büyük avantajlarından biri, doğayla olan doğrudan temasın artmasıdır. Gürültüden, karmaşadan, başkalarının kaotik enerjisinden uzaklaşmak, insanın kendini keşfetmesine olanak tanır. Doğayla baş başa kalan insan, zamanın baskısından kurtulmaya başlar. Kendine ait bir bahçesi olan, kendi ekmeğini üreten, şehre bağımlılığını azaltan biri, her anlamda özgürleşir. Bu özgürleşme süreci, yüzleşme saatinin geldiğini de gösterir. Kendi sınırlarını çizmek ve suretler dünyasının beklentilerinden bağımsız hareket edebilmek, büyük basiret gerektirir. Ama bu güç, aynı zamanda başka bir huzurun da kapısını aralar.
Bağımsız bir yaşam, hem özgürlüğün hem de sorumluluğun naif bir versiyonudur. Kendi kendine yetebilmek, doğaya hükmetmek değil, onun yasalarına saygı göstererek yaşamak demektir. Çünkü doğayla baş başa kalan insan, artık sadece kendinden sorumludur. Yağmur yağmazsa suyu olmayacaktır. Toprak verimsizse aç kalacaktır. Eğer bir hastalık baş gösterirse, kendi kendine başa çıkmak zorunda kalacaktır. Öyle bir noktadır ki; ne kadar özgürsen, o kadar yalnızsın.
Bağımsız yaşamak, insanın kendi hayatını yönlendirme gücünü elinde tutması, seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmesi ve çoğu zaman toplumun çizdiği yoldan sapmayı göze alması demektir. Ancak bağımsızlık, her zaman gönüllü bir tercih olmayabilir. Yeri gelir bu durum bir zorunluluktan doğar. Sokaklarda büyüyen evsiz çocuklar, kendi başlarının çaresine bakmayı çok küçük yaşta öğrenmek zorunda kalırlar. Onların bağımsızlığı, bir mecburiyettir; çünkü kimse onlar için bir düzen kurmaz, kimse onları korumak için sorumluluk almaz. Hayatla erken yaşta mücadele eden bu çocuklar, kendi kendilerine yetebilmeyi başardıkları başka bir tür müstakil yaşam sürerler. Dolayısıyla birisi için özgürlük, başkası için toplum tarafından görmezden gelinmenin acısıyla kavrulmuş bir güçlenme sürecidir.
Bağımsızlık; evet, bazen bir çocuğun sokakta öğrenmek zorunda kaldığı acı bir beceri olabilir. Ama aynı zamanda filozofun mağarada bulduğu hakikat, dervişin çilede erdiği marifet, yazarın yalnız gecelerde yazıya döktüğü özdür. Her durumda ortak olan, insanın kendiyle baş başa kalabilme kudretidir. Ne tamamen dışlamak, ne de körü körüne ait olmak… Bu ince çizgide yürümeyi başaran insan, kendi yönünü tayin ederken başkalarına da yol olma ihtimalini taşır. Ve derin bağımsızlık, başkalarının beklentilerinden sıyrılıp, kendi içindeki hakikatin izini sürebilmektir. Çünkü nihayetinde, herkesin en büyük yolculuğu, kendi içine doğrudur.
Sosyal maskelerin yarıştığı, görünmenin erdem sayıldığı bir devirde, kişi kendi suretini değil; kendi mahiyetini aramalıdır. Çünkü en büyük aldanış, başkasının gözünde kendini inşa etmeye çalışmaktır. Herkesin birbirini izlediği ama kimsenin kendini göremediği bir panayır gibi dünyamız. ‘Ferdileşmek’, bu panayırdan bir adım geri durmak değil, bütünüyle çekilmek ve kendi sesini yeniden duymaktır. Çünkü bazen hakikate en yakın olduğun an, herkesin senden en uzak olduğu andır. Ferdileşmek, yalnız kalmak değil; kendinle tanışmak, kendini unutmamak ve kendi varlığını başka hiçbir varlığa mecbur kılmadan idrak etmektir. Bu, ne bencilce bir kopuş ne de dünyaya küskün bir inzivadır. Aksine, hakiki birlik ancak sahici bir ayrılık sürecinden sonra doğar. Kendiyle barışmayan, başkasıyla barışamaz. Kendini duymayan, başkasını gerçek anlamda işitemez.
Tenhada var olma hali, farklı bir ehliyet gerektirir. Uçsuz bucaksız çöllerde yalnız başına yaşayabilen bedeviler gibi, şehirlerde kendi çölünü taşıyan insanlardan da söz ediyorum. Kimseye ait olmayan, ama kendine emanet edilmiş bir nefes gibi yaşar bu insanlar. Hayat, bir bağırış değil, bir duyuş meselesidir. Gül gibi sessiz, su gibi kanaatkar, dağ gibi vakur olmak… Bunlar hep müstakil bir ruhun halidir.
Kimi zaman bir taş evin duvarına yaslanır içimiz. Kalabalıktan çekilmiş, şehrin uğultusunu ardında bırakmış bir ev gibi… Kapısı yalnızlığa değil; derinliğe açılan, penceresinden manzaraya değil; hakikate bakan o içsel konaklardan. İnsan kalabalık içinde yitip giderken, ruh dahi gürültüde susar. Müstakil yaşamak da, yalnızca bir evin dört duvarı içinde tek başına var olmak anlamına gelmez; kalabalığın ortasında dahi kendi iç evini inşa edebilmektir.
Mevlana güzel söyler: “Kendi içine dön. Çünkü orada seni bekleyen bir alem var.”