Hakikatin karşısına dikilmiş bir gölgedir. Güneşin doğmasını engelleyemez ama gözümüzü ışığa çevirmemizi geciktirir.
İnsan, kendisine en büyük yalanı çoğu zaman en ikna edici şekilde söyler. ‘Bahane’dir adı. Usulca saklanır zihinde. Bir şey yapamadığımızda, harekete geçemediğimizde, bir seçim yapmak yerine beklemeyi tercih ettiğimizde başlar konuşmaya “Zamanı değil”, “Henüz hazır değilim”, “O olmasaydı ben”… derken, kendini gerçekleştirme ihtimalini, rahat bir inkarla yıkmanın temelidir bu.
İnsanoğlu, eylemin öncesinde düşünceyle, sonucunda ise vicdanla yüzleşir. Her yapılmayanın ardında bir gerekçe, her ertelenenin içinde bir açıklama arar. Ve bu açıklamalar, zamanla suya yazılmış yazılara dönüşür. Silinir, savrulur ve geriye yalnızca büyüyen bir huzursuzluk kalır. Bahane, beşeri aleme değil; insanın kendi özüne sunduğu, ustaca kurgulanmış kaçıştır. Bir işi neden yapamadığımızı açıklarken, aslında neden denemediğimizi gizleriz. Çünkü denemek, sonuç doğurur; sonuç, sorumluluk yükler. Ve ne gariptir ki birçok insan yapmaktan çok, yükten kaçmayı seçer. Oysa insan; anlamın peşine düşen, yarım kalan cümleleri tamamlamakla yükümlü bir varlıktır. Bahane, bu cümleleri eksik bırakır. Kabul ise onları tamamlar. Birinin kökü korkudadır, diğerininki cesarette. Bahane, “şartlar uygun değildi” derken; Kabul, “henüz hazır değildim ama sorumluluk benimdi” diyebilendir. İşte o ince çizgi, insanın tekamül yolculuğunu belirler. Çünkü kabul, sadece bir gerçeği tanımak değildir; o gerçeğin yükünü taşımaktır. Ve yük taşımak insanı geliştirir. Her üstlenilen sorumluluk, içimizdeki meziyetleri harekete geçirir: sabır, gayret, kararlılık, sebat… Meziyetler doğuştan verilmez, eylemle yoğrularak şekillenir.
Bahane üreten kişi, her hatasını dışarıda ararken; kabul eden kişi içeriye bakar. İlk bakışta bu bir zayıflık gibi görünür: “Evet, ben yaptım”, “Ben unuttum”, “Ben vazgeçtim”… Ama aslında bu cümleler, en kuvvetli karakter inşasının ilk harcıdır. Bir insanın kendine en çok zarar verdiği an, içten içe neyin doğru olduğunu bildiği halde, onun aksine kurgular uydurmasıdır. Bu, insanın kendine, sessiz, soğukkanlı ve alışkanlık haline geldikçe fark edemediği ihanetidir.
Bahaneler zekayla süslenir, mantıkla parlatılır, hatta vicdanla pazarlık eder. Ama ne yaparsa yapsın, gerçeği dönüştüremez. Sadece geciktirir. Kabul ise dönüştürür. İnsan, yaptığı bir hatayı kabul ettiğinde kendini yargılamaya değil, anlamaya başlar. Anlama, gelişmeyi doğurur. Ve gelişme, benliğe doğru yapılan uzun ama en değerli yürüyüştür. Bazıları hayatı boyunca bahanelerle ilerlemeye çalışır ama yerinde sayar. Çünkü her bahane, içimizde bir kapıyı kapatır. Oysa kabul, o kapıyı aralar. Kabul eden insan, değişime hazırdır. Ve ancak değişime hazır olan insan, marifet mertebesine yaklaşır. Bu bir ahenk halidir. Ruh ile bedenin uyumu, niyet ile davranışın örtüşmesidir. Bu hal, ancak eylemle oluşur. Düşünmek bir tohumdur ama büyümesi için toprağa, güneşe, suya ihtiyaç vardır; yani çabaya.
İnsanın en büyük erdemi, yanlışını anlaması değil; o yanlışı üstlenip yeniden denemeye cesaret etmesidir. Bahaneler kolaydır, çünkü yapmamak kolaydır. Kabul zordur, çünkü büyümek zordur. Velev ki her zor, insanı kendine yaklaştırır. Ve insan, en çok kendine yaklaşabildiğinde gerçek anlamına kavuşur.
Bir insan, en çok kendine yalan söyler. Bahaneler çoğaldıkça insan, kendi iç mahkemesinin savcısı değil, avukatı olur. Kendini savunur durur. Her ertelemenin ardından bir neden bulur. Ama kaçırılan trenin bahanesi olmaz. Gitmiştir artık. Bahane üretmek, kısa vadeli bir rahatlık sağlar; ama uzun vadede insanın kendine güvenini yıkar. “Yapabilirdim ama…” cümlesi kadar iç acıtan çok az şey vardır bu hayatta. Çünkü pişmanlıklar, bahanelerin çocuklarıdır.
Bahaneler bir kaçıştır, en çok da kelimelere sığınır. Her niyeti yarım bırakmak için bir yastık, her gecikmeyi örtmek için bir perde uydurur. Kimine göre hava yağmurludur, kimine göre güneş fazladır. Kimi yorgundur, kimi çok meşgul… Ama hepsi aynı kaynaktan beslenir; ertelemenin kibri.
İnsanın hayattaki en uzun ve karmaşık ilişkisi, kendisiyle olan ilişkidir. Ne zaman susması gerektiğini bilmez; ne zaman konuşsa eksik söyler. Hedefler koyar, sonra geri adım atar. Kimi zaman başlamak için bahaneye, kimi zaman ertelemek için nedene sarılır. Ama günün sonunda karşısında yine kendisi durur; ne tam yenik, ne tam galip. Özdisiplin, bu sessiz çatışmanın içinde doğan bir irade biçimidir. Çünkü insan, kendi istekleriyle değerleri arasında salınan bir varlıktır. İstek geçicidir; değer ise kalıcı. İstek anı yüceltir, değer zamanı. Kural değil, yönelim. Baskı değil, dengedir aslolan.
Büyük işler büyük anlarla değil, küçük kararların sürekliliğiyle olur. Bir günde yazılmış kitap yoktur, ama her gün yazılmış sayfalar vardır. İşte özdisiplin, bu birikimin ruhudur. Birey, kendine söz verip tutabildiği ölçüde özgürleşir. İstikrar, ahlaki bir üstünlük değil; insani bir denge arayışıdır. İnsan yalnızca kendi isteğiyle, kendi seçimleriyle, kendi ısrarıyla dönüşür. Disiplinli bir yaşam, dıştan bakıldığında katı görünür. Ama aslında esneklik üretir. Çünkü iradesini geliştirmiş kişi, zorluklarla boğuşmaz; onlarla nasıl geçinileceğini bilir. Her sabah yeniden başlamak, her kararsızlık anında kendine hakim olmak… Bunlar birer zafer değildir. Ama zamanla insanın kendisine duyduğu saygıyı artırır. Saygı, güveni doğurur. Güven ise eyleme geçme basiretini.
“Kendini küçük görenin bahanesi çok olur” Bahanelerle örülen hayatlar, aslında ertelenmiş gerçeklerdir. Kendimize bile itiraf edemediğimiz korkular, yetersizlikler ve zaaflar birer mazeret elbisesi giyer. Bahane ürettikçe daha fazlasını üretebilme meziyeti de artar ve zirve noktasına ulaştığında ‘Kendini mazur gösterme sanatı’na dönüşür. Oysa ki gerçeklik, içimizde bir cevher gibi durur. Sessiz ama ısrarla. Her “zamanı değil” dediğimizde, gönül sorar “Ne zaman o zaman?”
“İnsan, kendi yaptığı şeylerin toplamıdır. Bahanelerle değil, seçimlerle var olur.” - Jean- Paul Sartre