“Varoluşçuluk” (Existansialism) kavramıyla üniversitenin ikinci sınıfında tanıştım.
Çağdaş Fransız düşünürlerinin eserlerinde ortaya konan felsefe problemlerini irdeliyorduk.
Daha doğrusu insan ilişkilerinde ortaya çıkan ahlaki, etik meseleleri.
(Bu arada hemen belirteyim ki ahlak ve etik birbirinden farklı iki kavramdır, ileride bundan da söz ederiz.)
Jean Paul Sartre, Albert Camus ve diğerleri..
Kimse kendisine “Ben Varoluşçu’yum” demiyor ama yaklaşımları, kanıtlamaya çalıştıkları tezleri bu ekolün tanımına uyuyor.
Ben diyorum ama! Bu kavramı ve anlamını ilk duyduğum andan beri hoşuma gitti ve benimsedim.
Nedir “Varoluşçuluk”?
“Varoluşçu” düşünce şu temel cümleyle anlatılır:
“Var oluş özden önce gelir..”
Peki bu ne demek?
Yani insanın özü, kim olduğu, milliyeti, rengi, dini, dili, mezhebi, ırkı hiç önemli değil!
Sadece bu dünyaya insan olarak geldiği için bile çok değerlidir ve bu değerin korunması gerekir.
Çocukluğumdan beri, biraz da babamın anlattıklarıyla; kimsenin kökenini irdelemeyi, bu yüzden onu değerli bulmayı ve değersizleştirmeyi hiç düşünmedim.
Her şeyden önce hiç kimse doğarken ne ana babasını, ne milliyetini, ne dinini kendisi seçmiyor.
Hiçbir şeyden haberi olmayan masum, çıplak bir bebek olarak geliyoruz dünyaya..
İçinde yaşadığınız çevre şekillendiriyor sizi.
Bir Ortadoğu ülkesinde doğduğunuzda o coğrafyanın değerlerini yükleniyorsunuz,
Bir İskandinav ülkesinde ise başka…
Ve hiçbir ırk, hiçbir inanç, hiçbir renk; ne diğerinden daha değerli ne de daha değersiz.
Ama ne yazık ki dünyada, bunun tersi sapkın düşüncelerin hakim olduğu yerler ve zamanlar var.
Varoluşçu düşünce işte böyle bir trajedinin ardından ortaya çıkıyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın trajik sonuçları, insanın ırkına, inancına ve rengine göre yüceltilip aşağılanması, milyonlarca insanın acı çekmesine, işkence görmesine ve hunharca öldürülmesine neden oluyor.
İnsanlı ve insani değerler bir sapık ideolojiye kurban ediliyor.
Başında da sapkın liderler: Hitler, Mussolini ve maiyetindeki kasaplar ..
Ari Alman ırkını Yahudilerden üstün görüp onların soylarının kurutulması gerektiğine inanmak…
Milyonlarca çocuk, kadın, genç, yaşlı bir sapkın düşünceye hunharca kurban edildi.
Tıpkı Netenyahu adlı sapkının, Yahudileri Filistinlilerden üstün görüp soykırım uygulaması gibi..
Evet; Dünya savaşlarının acı sonuçları Varoluşçu (Existansialist) düşüncenin zorunluluğunu ortaya çıkarmış.
Ama insanın yaşama hakkının, değerinin, barış ve güven içinde olmasının korunduğunu söyleyebilir miyiz? İnsanlık gereken dersi pek almamışa benziyor.
Biz, Avrupa ile Ortadoğu arasında konumlanmış bir toplumuz..
Bir yandan yüzümüzü aydın, uygar bir dünyaya çevirme çabası içindeyiz ama diğer yandan da Ortadoğu’nun hüzünlü öyküleriyle kuşatılmış durumdayız.
Çok değer verdiğim düşünür ve Şair ağabeyim Hilmi Yavuz’un da dediği gibi;
“Halkımız, gülün sesini savurup,
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız…”
Hüzünlü toprakların hüzünlü hikayeleri… Daha önce de anlattım Bahe’nin (Cercis Kaptan) hikâyesini:
Mardin’de, kocasını kaybeden kadın, üç çocuğuyla kalır, Ama üçüne de bakamaz ve biraz safça olan Altı yaşındaki oğlu oğlu Bahe’yi bir manastıra bırakır. Geri döneceğine söz verip iki kızını alır, göz yaşları içinde uzaklaşır. Bahe, annesinin arkasından ağlayarak son kez bakar. Ayağında kırmızı çorapları vardır. Annesinin bir gün döneceği umuduyla tam yetmiş yıl bekler. Geldiğinde de kendisini tanıması için ayağında hep kırmızı çorapları vardır. Ama annesi bir daha dönmez. Bahe öldüğünde gözleri manastırın kapısında, kırmızı çorapları ayağındadır.
Gençlik yıllarımda bir gün; dinlerin, mezheplerin, batıl inançların, etnik kavgaların yumak olduğu Güneydoğu’da; acımasız bir çocukluk yaşayan babama sordum:
“Baba sence nedir bu ‘Alevi Sünni’ meselesi?”
Babam gülümsedi:
“Kafanı bunlarla yorma! Kerbela Kuyusunun başında iki Arap kavga etmiş, durum benim için bundan ibarettir..
Bu anlamsız kavgaların ateşini; bilginin, bilimin ışığı söndürür. Sen dört elle bilimin ipine sarılmaya bak…”
İnsan insan olduğu için değerlidir. Ve bu, her türlü ideolojinin, inancın üzerindedir.
Ben buna inanıyorum.
Ama insan olan yanımızı hep öne çıkararak…