Bazı duygular vardır ki kelimelere tam sığmaz, ama bir kelimeyle dile gelince insanın içine yerleşiverir. Weltschmerz de böyle bir kelime. Almanca kökenli bu kavram, kelime anlamıyla “dünya acısı”dır; ama aslında çok daha derin, çok daha karmaşık bir hissi anlatır: Hayalini kurduğumuz dünya ile içinde yaşadığımız gerçeklik arasındaki uyumsuzluğun ruhumuzda bıraktığı ince ama sarsıcı bir yara.
Bu yara, modern insanın ruhsal haritasında artık sabit bir yer edinmiştir. Düşünür, hisseder, idealize ederiz — ama sonra gerçeğe çarparız. Ve o çarpışma, sadece bir düş kırıklığı değil; aynı zamanda bir etik uyanış, bir vicdan muhasebesidir. Çünkü Weltschmerz, edilgen bir hüzün değil; çoğu zaman eyleme dönüşen bir sorgulamadır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Günlük politikadan uzak durarak, daha geniş bir perspektiften bakıldığında, bu toprakların kadim medeniyetlerle örülü geçmişi, yüksek ideallerle yoğrulmuş bir kültürel belleği olduğu görülür. Adalet, bilgelik, dayanışma, bilgiye saygı ve insan onuruna dair ortak hayaller… Ancak modern çağın karmaşık yapısı, hızla değişen toplumsal dinamikler, derinleşen eşitsizlikler ve çoğu zaman yüzeyde kalan değerler bu hayalleri aşındırır.
İşte o aşınmanın farkına varan birey için Weltschmerz kaçınılmazdır.
Düşünce üreten, ahlakı içselleştirmiş, ülkesine karşı duyarlılık geliştirmiş bir birey için Türkiye bugün bir çelişkiler yumağıdır: Derin kültürel zenginlik ama yüzeyselleşen iletişim; sanat ve edebiyatın taşıdığı anlam ama yaygınlaşan estetik yoksunluğu; yüksek eğitimli kuşaklar ama yetersiz fırsat eşitliği; büyük idealler ama çoğu zaman küçük hesaplar… Bu çelişkiler arasında var olan birey, kendi iç evreniyle dış dünya arasındaki farkı her gün yeniden deneyimler.
Ancak bu fark, yalnızca kişiyi yıkan bir gerçeklik değildir. Weltschmerz, aynı zamanda bir ruhsal devinimdir. Çünkü hayal kırıklığı, bazen en verimli düşünsel üretimlerin ve etik dönüşümlerin habercisidir. Hayatla yüzleşmek, sadece onu olduğu gibi kabullenmek değil; onun potansiyelini de görebilmekle ilgilidir. Acıyan yer, aynı zamanda değişimin başlayabileceği yerdir.
Türkiye’de bu hissi taşıyan çok sayıda insan vardır. Kimisi bunu bir şiire, kimisi bir akademik makaleye, kimisi ise sessiz bir tutuma dönüştürür. Zaman zaman Yahya Kemal’in kayıp zamanla hesaplaşmasında, Tanpınar’ın saatleri ayarlama arayışında, Sabahattin Ali’nin “içimizdeki boşluk”la yüzleşen karakterlerinde görünür bu acı. Ama hepsinin ortak yanı, sadece eleştirmek değil; daha iyisini, daha adilini, daha hakikatlisini hayal etmeye devam etmektir.
Felsefi düzlemde, Weltschmerz bir çaresizlik hali değil, bir bilinç düzeyidir. Platon’un mağarasından çıkan insanın ışıkla karşılaştığında yaşadığı sarsıntı gibi, bu duygu da hem aydınlatır hem de huzursuz eder. Ama bu huzursuzluk, insanı eyleme, sorgulamaya, sorumluluğa ve yeniden kurmaya davet eder.
Ve belki de en kıymetlisi şudur: Weltschmerz, insanı yalnız bırakmaz. Bu duyguyu taşıyanlar, birbirini kelimelerden, duruşlardan, susuşlardan tanır. Aynı dertte buluşanların oluşturduğu o görünmeyen etik cemiyet, toplumun vicdanını oluşturur.
Sonuçta, hayalini kurduğumuz Türkiye ile yaşadığımız Türkiye arasında bir mesafe varsa, o mesafeyi ancak duyarlılıkla, bilgiyle, estetikle ve etik sorumlulukla kısaltabiliriz. Weltschmerz bu yolculuğun acı ama verimli başlangıç noktasıdır. Ve bizler, bu acıyı anlamaya, taşımaya ve dönüştürmeye devam ettikçe, umut hâlâ mümkündür.